HENRİK IBSEN
Yaşadığım bu küçük adada gecenin zifiri karanlığında çıt çıkmıyordu. Sokak lambaları sanki nefes almaktan vazgeçmiş gibiydi; uykunun ağır battaniyesi herkesin üzerine çoktan serilmişti. Ama beni uyku tutmamıştı. Elimde Dag Solstad’ın “Mahcubiyet ve Haysiyet” romanı, hâlâ nabzımın ucundaydı beynimde az önce çarpışan kelimeler. Bir solukta okumuştum ve içimde bir başka türden yalnızlık uyanmıştı.
Kafamın içi de uğulduyordu. Belki kitapta geçen “Elias’ın o sınıfın ortasında dağılan haysiyetiyle” empati kurduğumdan belki de Henrik Ibsen’in “Yaban Ördeği” oyunundaki Dr. Relling’in acı sözleri hâlâ içimi oymakta olduğundan…
Belki de bu, çok daha derin bir şeydi: Gerçeğin kendisiyle yaşamanın doğası hakkında bir yüzleşme arzusu…
Aynaya bakarken yakaladım kendimi. Ama sadece ben değildim orada olan...
Loş ışıklı bir odada, masanın duvara yaslandığı yerde bir mum titriyordu. Büyük bir aynada, yansıyan gölgeler oynamaktaydı; zaman sanki orada durmuştu.
Karşımdaki sandalyede, ciddiyetle yazı yazan yaşlı bir adam… Zamanın durduğu o anda bile kaleminden zaman sızıyordu. Yüz elli yıl öncesinden bugünü yazıyordu.
Henrik Ibsen…
Yüzü yıllar kadar ağırdı. Ama gözleri genç bir şüpheyle bakıyordu. Aynadaki yansımasında, onunla birlikte ben de bana bakıyordum.
“Acaba aklımı mı kaçırdım?” diye geçti içimden…
Ama hemen ardından tanıdık bir yankı cevap verdi: “Gerçek huzur vermez. Ama uyanık tutar.”
Ibsen kalemini bıraktı. Bana döndü.
Yüzünde yorgun ama sevecen bir tebessüm vardı. Ya benim içimdeki sesleri ya da Elias Rukla’nın okul bahçesinin duvarına fırlattığı şemsiyenin çıkardığı sesi duymuş gibiydi sanki.
Ben : Hocam, Dr. Relling’e “Bir insanın elinden inandığı yalanlarını alırsanız, aynı zamanda mutluluğunu da alırsınız.” dedirttiniz. Ama neden oyunlarınızda hep gerçeği kurcaladınız? Bazen gerçeği bilmemek daha iyi değil mi?
Ibsen : (Gülümseyerek) İnsan bazen bilmiyormuş gibi yapar. Ama içindeki ses… O susmaz. (elini kalbinin üzerine koyarak) Ben yalnızca o sesi kaleme aldım.
Ben : Ama hocam, o ses huzur kaçırıyor bazen… Dag Solstad’ın Elias’ı mesela… Gerçeğin yükünü taşıyamadı.
Ibsen : Evlat, huzur gerçeği gömmekle değil, onunla yüzleşmekle gelir. Bir yalanın, hele de kendine söylediğin bir yalanın konforu uzun sürmez. Kendinden kaçan biri hiçbir yerde barınamaz.
Ben : Ya o gerçek, insanı yalnızlaştırıyorsa hocam?
Ibsen : (Gözlüğünü çıkarıp, aynadaki bana değil de, aynadaki boşluğa bakarak) Yalnızsın, evet. Ama unutma… İnsan yalnızken en çok kendisidir. Toplumun alkışı, gerçeğin fısıltısını bastıramaz.
(Sessizlik)
Norveç’in kasvetli kıyılarından, Avrupa’nın taşlı kaldırımlarına uzanan bir yolculuk… Ve o yolculukta kendi içine doğru bükülen bir adamdı Henrik Ibsen...
Bir evin içindeki sessizliği, toplumun göğsüne saplayan cümlelere dönüştürmüş bir yazar…
Ben : Hocam, neden hep kadınlar konuşuyor oyunlarınızda? Neden erkekler suskun ya da ikiyüzlü?
Ibsen : (bakışlarını kaldırmadan) Çünkü yalanı ilk önce kadınlar duyar, susmayı erkekler öğrenir.
Ben : Peki ya siz? Gerçekten duydunuz mu o sessizliği, yoksa yalnızca yankısını mı yazdınız?
Ibsen : Ben yalnızca yankıları duydum. Ama yankılar, gerçeğin en sadık hayaletleridir.
O an anladım Ibsen’in tiyatrosunun, sesi bastırılmışların yankılandığı bir oda olduğunu. O, ne bir aforizma makinesi ne de yalnızca ahlakçı bir ayna ustasıydı. Onun karakterleri, çatlamış bir bilinçten sızan düşler gibiydi. Ve o düşlerde, gerçeklik hep biraz eksikti. Ama onun için eksik olan bile, belki de bizim için fazlaydı.
Onun çocukluk yıllarına dönersek…
Küçük Henrik’in gözleri, aile iflasının ardından taşraya savrulan evin loşluğuna alışmıştı. Babasının erkeklik gururunun çöküşü, annesinin içine kapanıklığı, onun ruhunun ana renklerini oluşturdu. Bu renkler, ileride Nora’nın kapıyı çarptığı o sahnede, Bayan Alving’in sisli yalnızlığında, Hedda Gabler’in yanıp kül olan arzularında parlayacaktı.
Ve biz sohbete devam ettik.
Ben : Hocam, sizi anlamakta zorlanıyorum. Ne tam devrimcisiniz ne tam muhafazakâr. Ne özgürlükçüsünüz ne de mutlak iyilikçi…
Ibsen : Çünkü ben insanın içindeki çatışmayı yazdım, ideolojisini değil. Kahramanlarım, kendi içlerinde parçalanan aynalardır.
Onun oyunlarını çok seven biri olarak ben biliyorum o aynaları…
Nora’nın evi, Bayan Alving’in duvarları ve Hedda’nın tabancası...
Aslında tüm bu nesneler bir tiyatro aksesuarı olmaktan çok, ruhun eşiğindeki sembollerdi. Ibsen, Antik Yunan’dan ödünç aldığı trajediyi, modern bireyin odasına sokmuştu. Onun oyunları artık tanrılarla değil, bastırılmış arzularla doluydu. Felaketler yukarıdan gelmiyordu; içeriden, yavaşça ve acı vererek sızıyordu.
Kadın karakterlerinin gücü de buradan geliyordu. Onlar birer feminist ikon değil; bastırılmış, çelişkili, tutkularla boğuşan derinlikli bireylerdi. Nora, kapıyı çarparak evi terk ettiğinde, yalnızca bir eş değil, tüm bir yüzyılı geride bırakıyordu. O şiddetle çarpan kapı, belki de modern tiyatronun ilk özgürlük manifestosuydu.
Ben : Hocam, neden sahneden hiç inmediğiniz halde, hep dışarıdaymışsınız gibi yazdınız?
Ibsen : (biraz buruk gülerek) Çünkü tiyatro benim evim değildi. Tiyatro benim yabancısı olduğum eve bakma biçimimdi.
Evet, evet; o ev…
Ibsen’in asla tam anlamıyla ait olamadığı Norveç, uzun yıllar boyunca sırtını döndüğü yurdu, yabancı şehirlerde bir tür iç sürgün olarak yaşadığı yıllar…
Roma’nın taşları, Dresden’in gri günleri, Münih’in sisli sabahları…
Ama her kentte zihninde hep aynı soru yankılandı; “Kimim ben? Ve neden yazıyorum?”
Bazen yanıtları oyunun sonunda bulamadım belki ama mutlaka oyunun herhangi bir yerinde, bir karakterin çelişkisinde, bir annenin suskunluğunda veya bir adamın toplumdan dışlanışında hissettim.
Ibsen’in yaşamı ile yapıtları birbirine ayna tutan, ama birbirini asla tam yansılamayan iki yüzeydi. Biri gerçek, diğeri gerçeğin şiirsel tarifiydi.
Şimdi; yıllar sonra, herhangi bir sahnede hâlâ yankılanıyor o kapının sesi. Belki bir kadının adımlarında, belki bir adamın kendi sesinden kaçışında…
Ve biz, Ibsen ile birlikte, hep aynı yerdeyiz…
Duvarların dışında…
Kapının ardında…
(Sessizlik)…
O gece o odadaki loş ışığın içinde Henrik Ibsen’in yüz hatları sessiz gölgeye karışıp kaybolduğunda aynadaki ben de biraz daha değişmişti sanki.
Sanki o gecenin sonunda Dag Solstad’ın “Mahcubiyet ve Haysiyet”inin Elias’ı değil de, Henrik Ibsen’in “Bir Halk Düşmanı”nın; Dr. Stockmann’ıydım artık.
Catalinia (1852)
Brand (1866)
Peer Gynt (1867)
Nora, Bir Bebek Evi (1879)
Hortlaklar (1881)
Bir Halk Düşmanı (1882)
Yaban Ördeği (1884)
Rosmersholm (1886)
Denizden Gelen Kadın (1888)
Hedda Gabler (1890)
Yapı UstasI Solness (1892)
John Gabriel Borkman (1896)
Biz Ölüler Uyanınca (1899)
başta olmak üzere diğer oyunları…
Ibsen’in tüm oyunlarındaki karakterler, onun aynadaki yansımalarıydı öyle değil mi?Kimseyle değil, kendiyle hesaplaşan figürlerdi onlar.
O gece, yaşadığım bu küçük adada, hayatının son yıllarında felç geçirip 23 Mayıs 1906 yılında ebedi sessizliğe bürünmüş Norveçli bir dahinin hayaletinin zihninde gezinirken kendi yalnızlığıma biraz daha yaklaşmıştım.
Teşekkür ederim öğrettiklerin için, büyük usta Henrik Ibsen...
Ruhun şad olsun…
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz