ÖYKÜ YARIŞMASI
Giriş Tarihi : 18-08-2022 23:03

Hayaller Aleminde

Yazan: Ayşe İlke Günay - HAYALLER ALEMİNDE - Truva Edebiyat Dergisi 5. Öykü Yarışmasına Katılan Öykü

Hayaller Aleminde

HAYALLER ALEMİNDE 

Bu gerçek olamazdı. İşte, belli ki günlerdir belki de haftalardır toplamış olduğu eşyaları ağızları sıkı sıkı kapatılmış kolilere konulmuş, kapısının önünde dizilmişti. İşte, üstünde “Evime Hoş geldiniz!” yazılı kapı paspası bile gitmişti. Evinin içinde olabilecek her türlü şey apartmanın dar olan koridorlarını sarıyordu. Bakkaldan ekmek almaya diye bir hışımla çıkıvermiştim kapıdan fakat tüm bu koliler, lambaderler, çöp poşetleri geçmeme izin vermiyorlardı sanki. Üstüme de giyecek bir hırka, bir yağmurluk… Hiçbir şey almadan çıkıvermiştim öylece. Şimdi ise kapıdan tekrar içeri girip ne bulabilirsem kapıp üstüme geçiresim vardı. O kolilere, poşetlere değemezdim. Koridorları, merdivenleri sarmışlardı bir kere. İlla içlerinden birini yere yıkardım değersem. Sonra komşum ne derdi bana? Kesin kasten yaptım sanardı ve işte ben de bunun düşüncesiyle gece uykuya dalamazdım.

Her türlü eşya vardı. Evinde bulunan tüm eşyalar. Tabii, ben bilemezdim. Sonuçta bunca zamandır evinin içine bir kerelik bile olsa adımımı atamamıştım. Birkaç başarısız denemeden sonra vazgeçmiştim zaten. Eğer şimdi oluyor da taşınıyorduysa, belki bir gün giriverirdim evinin içine de odaları şöyle bir gezerdim. Tabii onun şu an apartmanın içini dolduran eşyaları, belli ki evi sürekli aydınlık tutmak için alınmış lambaderleri olmadan ev gözüme çok boş görünecekti ama yine de denemeye değerdi. Komşum gidiyordu yani, öyle mi? Öylece, bir ses bile etmeden gidiyordu. Bu düşünce tüm sistemime yavaş yavaş işlemeye başlamıştı fakat hala ne hissettiğimi anlayamıyordum. Mutluluk mu? Ne için mutluluk? Onun sessiz sakin adımlarını apartmanda bir daha asla duyamayacak olmanın mı, yoksa zaten eve neredeyse hiç gelmediği için zar zor görebildiğim yüzünü bir daha hiç göremeyecek olmanın mutluluğu mu? Belki de beni her gördüğünde o meymenetsiz suratının oluşturduğu bıkkınlık ifadesinin bende yarattığı kötü duygulara bir daha ulaşmayacak olmamdandı mutluluğum. Fakat gergin de hissediyordum. Yeni insanlar gelselerdi ondan daha kötü bir komşu mu olacaklardı? Bir kötü komşuya daha dayanmazdı kalbim. Bu komşum için çok çabalamıştım  zaten.

Apartmana taşınmış olduğu gün onu postanedeki işimden dönerken fark etmiştim. Daha cismini görmeden karar vermiştim ki iyi bir komşu olacak ve ona ikramlar götürecektim. Belki kısa bir sürede yakın arkadaşlar oluverir, sık sık birbirimizi ziyarete giderdik. O günün akşamında ben de öyle yapmıştım. Pastaneden aldığım minyatür tatlılarla kapısını çalmıştım. Açan olmamıştı. Ben de bir koşu evime geri dönmüş, tabağımı sarıp sarmalamış, üstünde bir notla kapısının önüne koymuştum. “Evime Hoşgeldiniz!” yazılı kapı paspasının üstüne… O gece sürekli kapı deliğinden bakmış durmuştum, eve gelip de tatlılarımı aldı mı diye. Çiçek işlemeli porselen tabağım öylece duruyordu oysaki. Sabah baktığımdaysa tatlılarımı yerlere dağılmış, porselen parçalarını bu sefer kapı paspasının tamamını kaplamış bir halde bulmuştum. Hemen karşı kapıya koşmuş, gümbür gümbür kapıyı çalmış, zile basmıştım. “İçerde olduğunuzu biliyorum! Eğer tatlılarımı istemiyorduysaniz usulca geri verirdiniz bana! Bu ne düşüncesizlik, bu ne gaddarlık!

Porselenimi kırmışsınız, parçalamışsınız bir de!” Ses seda yoktu. Ben de bağırmaktan kısılan sesim ve hararetlenmeye başlayan göğsümle yerdeki her şeyi toplamaya, temizlemeye koyulmuştum. Belli ki komşum önce tatlılarımın özenle sarılmış plastik paketini notumla birlikte yırtmış, daha sonra da tabağı yere fırlatıvermişti. Biri neden bana böyle bir şey yapardı ki? Kendi komşum, bunu neden bana yapmıştı? Belki de rahatsız bir adamdı. Rahatsızdan kastım huzursuz, mutsuz. Daha sonraları bunu anlayacaktım zaten ama o gün komşumun benden nefret ettiğine kesin karar vermiştim. Kendimi sevdirmek için biraz daha çabalayacaktım o zaman ben de. 

Çabalamıştım çabalamasına fakat hiçbir şey sonuç vermiyordu. Mesela bir gün kapısına kendisini evimde akşam yemeğine davet eden bir not asmıştım. Başka arkadaşlarımın geleceğini yazmayı da ihmal etmemiştim ki bu doğruydu da. Akşam olmuş, yemeğe kimse gelmemişti. Arkadaşlarım birer birer gelmeyeceklerini bildiren mesajlar bırakmışlardı ev telefonuna fakat hiçbiri beni aramamıştı. Sahi, çağırdığım diğer insanlar kimlerdi? Bir tanesi ortaokuldan, şimdi çok da yakın olmadığım fakat ara sıra görüştüğüm eski bir arkadaşımdı. Bir diğeri ise postanede masalarımız yan yana durduğu için hemen hemen her gün kısa sohbetler ettiğim biriydi. Bunlar benim arkadaşlarım mıydı peki? Peki ya komşum arkadaşım mıydı? Eğer sözde arkadaşlarımı çağırdığım bir yemeğe komşumu da çağırıyorduysam, demek ki o da arkadaşımdı. Yine de, beni tanıdığından, adımı bildiğinden bile emin değildim. Ve yine de, komşumla arkadaş olma isteğimi göz ardı edemiyordum.

Yalnız olduğumdan da değildi bu istek. Ailemi yıllardır görmemiş olsam da arkadaşlarım vardı ya. Ortaokuldan bir tanıdık ve bir iş arkadaşı. Arkadaş arkadaştır zaten. Nereden olduğu fark etmez. Yalnız da olabilirdim ayrıca. Yalnızlık güzel bir şeye benziyordu. Komşum yalnızdı mesela. Evine bir kez olsun bile kimsenin girdiğini görmemiştim. Bundan mutsuzluk duyan birine de benzemiyordu. Komşum çağrıldığı akşam yemeklerine katılmayıp bir açıklamayı bile çok görerek ve hediye ettiğim tatlıları tabaklarıyla birlikte yerlerde parçalayarak mutlu oluyordu belli ki. İnsanların yüzüne bakmayacak, iki çift laf edemeyecek kadar onlardan uzak olmayı seviyordu. Bunu fark ettiğimde ben de hemen yeni kararlar aldım. Komşumla uzaktan iletişim kuracaktım. 

Beklediğim ilk işaret, yeni yıla yakın bir zamanda gelmişti; komşum, belli ki istemsizce eline geçmiş olan bir adet kırmızı kasımpatı çiçeğini, onunla ne yapacağını bilemediği için kapısının yanında asılı duran ve içine ne kadar zamandır hiçbir şey konulmamış posta kutusunun içine atmıştı. Kendi kapı deliğimden bakarak gördüğüm bu hadise bana çok garip gelmişti çünkü komşum özel günler için süslemeler alacak, özenip bezenecek bir insana hiç benzemiyordu. İşte bu yüzden bu kasımpatının bir işaret olduğunu hemen anlamış, ertesi gün çiçekçiden bir demet kırmızı kasımpatıyla evime dönüp onu posta kutumun içine yerleştirmiştim. İşte şimdi bir ortaklığımız olacaktı onunla. Belki de komşum kapımı çalacak, kasımpatılarımı  beğendiğini söyleyecek ve bunun apartman arasında bir geleneğe dönüşmesi hakkında önerilerde bulunacaktı. Bunların hiçbiri olmadı. Çok bekledim, olmadı. 

Kasımpatıların çoktan posta kutularından çıkarılıp çöpe atıldığı zamanlardan birinde, ümidimi yeşertecek bir başka şey daha oldu. Komşumun kapısı bir gün açıldı ve evinin içinden iki kol, içinde özenle dikilmiş büyük, yeşil yapraklı bitkinin olduğu seramik saksıyı dışarı, kapının kenarına koyuverdi. Ben tabiiki de olanları gördüm çünkü artık her gün komşumdan gelecek olan bir sonraki adımı merakla bekler durumdaydım. Bu durum da komşumu düzenli aralıklarla kapı gözünden kontrol etmeyi gerektiriyordu. Komşum aramızdaki uzaktan iletişimi kestiğimi düşünmesin diye elimden gelen her şeyi yapar hale gelmiştim. Bazı geceler komşum alınacak diye ödüm kopuyor, gözüme uyku girmiyordu. O zaman ben de kapımın arkasına bir sandalye çekiyor, arada oturup dinlenerek komşumu kontrol ediyordum. Saksının, yani yeni bir iletişim aracının geldiğini gördüğümde sevinmiş, hemen dışarı çıkmış, mahallenin en güzel çiçekçisinden en yeşil, en büyük bitkiyle, en kahverengi, en seramik saksıyı aldığım gibi apartmanın merdivenlerini koşa koşa tırmanmıştım. Komşumun saksısının tam karşı hizasına, kapımın yanına yerleştirdiğim saksı, yeniden yeşerecek bir arkadaşlığı sembolize ediyordu komşum ve benim için. Günler, haftalar boyu saksımdaki bitkiyi canlı tutmak için onu suladım, gübreledim ve bolca da konuştum. Ona karşıdaki saksı bitkisinin sahibi yeni arkadaşım ve komşum olan adamı anlattım. Arkadaşlığımızın nasıl zorluklardan geçip de buralara kadar geldiğini, komşumun özünde aslında nasıl da iyi bir adam olabileceğini anlattım. Karşıdaki bitkinin yeşilliğini, saksının güzelliğini de anlatım ki benim bitkim de ona, benim komşuma hissettiğim kadar yakın hissedebilsin.

Sonra, karşıdaki bitkinin güzelliğine bakarken, bir şey fark ettim. Bitki artık güzel değildi. Sararmış, solmuş, başını eğmişti. Kimse sulamamış, kimse onunla konuşmamıştı. Saksısı bitkiden daha da beter durumdaydı. Kararmış, tozlanmış, böcekler, örümcek ağları sarmıştı her tarafını. Hemen karşı daireye koştum, kapıyı çaldım. Kapı ilk defa açıldı ve o andan itibaren karşımda duran adama söylenmeye başladım. “Arkadaş olduğumuzu sanmıştım. Komşu olduğumuzu sanmıştım,” dedim. Saksısını niye bu halde bıraktığını sordum ona. Atmayı unuttuğunu söyledi. “Demek ben de atılması gerektiği unutulan bir saksı bitkisi kadar değersizmişim,” dedim. “Siz kafayı yemişsiniz. Benimle neden uğraşıp duruyorsunuz? Başka komşular da var. Gidin onlarla uğraşın, beni rahat bırakın,” dedi. “Burada başka hiçbir komşu yok. Hepsi öldü. Benim için. Sizin için de ölmüş olmalılardı, ölmediler mi?” dedim. “Siz gerçekten delirmişsiniz,” dedi. Kapıdan dışarı, üstüme gelerek çıktı. Ben geri çekildim. Saksıyı eline aldi. Ben geri çekildim. Merdivenleri inmeye başladı. Evimin kapısını açmaya çalıştım fakat onu izledigim icin doğru yapamıyordum bu işi. Giriş katından onun ve başka insanların sesleri geldi. Ben sonunda evime girdim. Kapı kapandı. Kapı kapandı.

Şimdi komşum taşınıyordu işte. Onca aylık komşuculuktan sonra. Tek bir söz bile söylemeyecek, tek bir not bırakmayacaktı da kapıma. Yeni insanlar gelecek, benden veya evlerinden bıkıp gideceklerdi onun da şimdi yaptığı gibi. Belki de ben yalnız kalmaktan kafayı yemiş biriydim. Belki de ben delirmiş biriydim. Ama hiçbir şey anlamlı gelmiyordu. Bunların hiçbiri gerçek olamazdı.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi