GEÇEN YIL MARİENBAD’DA
Yedi… Beş… Üç… Bir…
***
Oymalı girişler, sıra sıra kapılar, galeriler…
Başka bir çağdan kalma süslemelerle bezenmiş metruk salonlara açılan birbirine dik koridorlar, çok ağır, çok kalın halıların ayak seslerini yuttuğu, adımların duyulmadığı...
Sessiz odalar, sanki dalıp gitmiş sırdaşlar gibi bu cansız dekordan çok uzaklara...
Sana kavuşmak için adeta zengin ahşap kaplamalı duvarlar arasında ustuka, silme, tablolar, aralarından geçtiğim çerçeveli gravürler…
Seni beklerken içlerinde çoktan kendimi bulduğum…
Şu an senin huzurunda bulunduğum mekândan çok çok uzaklarda seni beklerken ve yine beklerken bir daha gelmeyecek birini, artık bizi ayıramayacak birini, seni benden koparan…
***
İnsan hayata gözlerini açtığında ilk karşılaştığı şey; “eksiklik”tir. Bunu önce “meme” ile anlandırmaya çalışır. Bir süre sonra anlar ki hissettiği eksiklik “meme”nin eksikliği değildir. Onun yerine, kelimeler koymaya, dil koymaya başlar zaman aktıkça. Ve o kelimeler, gidermeye çalışılan eksikliğin yerine geçtikçe rahatlar, kaygısı azalır.
İnsanın, ruhundaki bu yarığı gidermek için her zaman eksikliğin yerine koyduğu şeyler olur. Mesela, başka insanlar koyar, dostları olur ya da doktor olur, mühendis olur, çok zengin olur, ünvan sahibi olur. Ama aslında hiçbir şey o eksikliğin, ötekine bağımlı yaşamanın yerini tam dolduramaz.
Zaten Hegel de, “insan tekler arasında tekil bir varlık; ancak öteki ile tamamlanan bir varlıktır.” diyerek psikanalistlere önemli bir yol açmıştır.
Psikanalitik bilimler de özellikle on dokuzuncu yüzyılın felsefe çağından başlayarak insanın kim olduğunu daha derinlemesine irdelemeye başlamışlardır. Varılan sonuç; insan “bellek” demektir. Diğer bir ifade ile; insanın kim olduğu, nasıl biri olduğu kendi kişisel tarihi ile ortaya çıkar.
İnsan bellek demekse, bellek de ilişkisel bir kavramdır o zaman. Nerede doğduğun, nasıl yaşadığın, kimlerle bir arada olduğunla yakından ilişkili bir kavram. Belli mekânlarda sınırlı sayıda kişilerle yaşadığın olaylar bellekte depolanıyor ve insanın kimliği, yaşadıklarıyla şekillenmeye başlıyor.
İnsan travmatik olaylarla başa çıkamadığında yani o olayları anlamlandıramadığında unutma yolunu seçer ki, bu diğer bir ifade ile bastırmadır. Geçmişinde anlamlandıramadığı için çözümleyemediği bir olayı şimdiki zamanında çağrıştıran bir öykü ya da olayın içinde bulduğunda kendini, geçmişini bugünün içinde yaşamaya başlıyor insan.
Bellek, hafıza, düşünce ve algının çalışma ortamı olan insan zihni, kaotik, kasvetli ve gizemli…
Zihin demişken, düşünce ve algııdan da bahsetmek gerekir. Algı, duyu organlarının fiziksel uyarılmasıyla oluşan sinir sistemindeki sinyallerden oluşur. Yani algı, somut bir nesnenin zihindeki yansıması, fotoğrafıyken; düşünce ise soyut bir nesnenin insan zihninde oluşturduğu bir faaliyettir.
İnsanın daha önce yaşadığı deneyimlerin, önyargıların, rüyaların ve benzer her türlü duygulanımın o anki algılama düzeyinde etkisi var ki, bunun adı da “algıda seçicilik”…
O zaman, bellek ve hafızada depolanan yaşanmışlıklarla yani anılarla algının doğasını biraz daha irdelemek gerekir.
***
- İnanılır gibi değil. Sanırım 1928 yılıydı. 1928 veya 1929 yılıydı.
- 1929 yılının yaz aylarında bir hafta don olmuştu… Çok güzel bir kadın…
- Çok hayalperest…
***
Yaz aylarında bir hafta don olur mu? Belli bir anda gördüklerimiz bir hayal mi yoksa o an somut ile soyutun zihnimizdeki çatışmasıyla bize absürd gelen gerçeğin kendisi mi?
Belçikalı sürrealist ressam Rene Magritte’ın 1929 yılında yaptığı ünlü bir tablo vardır; “Bu bir pipo değildir”…
Bu tablo, nesneler ile onların temsilleri arasındaki farkı vurgulayan oldukça anlamlı bir sanat eseridir. Görünürde olanın ardındaki anlamları, yüzeyin altında saklı olan “gerçeği” ve algının doğasını sorgulatan felsefi bir zemine çeker insanı.
Evet o gerçek bir pipo değil, piponun resmidir sadece. Doğru söylemiştir Rene Magritte...
Psikanaliz biliminin kurucusu Sigmund Freud da zihinsel süreçlerinin bilinç dışı unsurlarla olan bağlantılarını ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Ona göre, bilinç dışına itimler yaşantıların kendileri değil, anıları üzerinde gerçekleşirler. Yani, geçmiş bugünü yeniden kurgulamaktadır. Geçmiş, bugün tekrar eden şeydir.
Geçmiş yaşanmışlıkların içindeki travmatik anları doğru anlamlandırdığımızda ancak, bugünün üzüntü ve pişmanlık duygusundan kaçınılabilecektir. Geçmişi, bugün yeniden kurgulamak gerekir anlayacağınız…
Bunu yaparken de mağdurun tanığa ihtiyacı vardır. Onunla birlikte aynı duygusal bütünlüğü yaşayacak bir tanık. Mağdurun kendi yansımasını karşısında göreceği, kendisini tamamlayan bir tanık…
Travmatik olaylar sonucunda insan ruhundaki yarıkları, bastırmayla bellekte oluşan boşlukları; metaforlarla, simgelerle en iyi edebiyat, sinema, tiyatro ve müzik; yani yazar, şair ve sanatçılar dile getirirler.
Mesela, “Bazen insan öyle özler ki, özlenen bilse yokluğundan utanırdı” derken Aziz Nesin, “Anımsadıkça unutuyorum seni geçmiş.” der Şükrü Erbaş…
***
- Başka bir oyun oynayalım. Hep kazandığım bir oyun biliyorum.
- Kaybetmiyorsan oyun değildir.
- Kaybedebilirim, ama daima kazanırım.
Yedi… Beş… Üç… Bir…
***
Kader… Rastgele yaşadığımız mı yoksa kurgulardan oluşan bir oyun mu? Şayet kurgulardan oluşan yaşamlarsa deneyimlediğimiz, geçmişi ters yüz ederek algılarımızı revize edebilir miyiz? Soyut ve somutun içiçe geçerek ilüzyonlar yarattığı insan zihninin düşünce sistemindeki kalıpları da doğru şifrelerle kırmak gerekir.
Kimin bulduğu tam olarak bilinmeyen ancak matematik ve strateji oyunları tarihinde önemli bir oyun vardır. Günümüzde, kriptografide ve yapay zekada önemli bir referans kaynağı olan bir oyun; Nim…
“Nim” oyunu, iki oyuncu ile oynanan bir oyundur. Bu oyunda dört sıra halinde, sayısı “7, 5, 3, 1” olacak şekilde, taşlar veya çubuklar bulunur ve oyuncular sırayla, bir sıradan istedikleri sayıda taş alırlar.
I I I I I I I
I I I I I
I I I
I
Oyunun temel kuralı, bir sıradan en az bir taş almak zorunda olmalarıdır. Oyunun kaybedeni ise son taşı almak zorunda kalan oyuncudur.
Bu oyunu kazanan oyuncu ikinci hamleyi yaparak oyuna başlayan ve iki değeri karşılaştırarak çalışan mantıksal bir işlem olan XOR işlemini kullanarak masadaki taşların toplamı “0” olan pozisyonları hedefleyerek kazanacağını bilen oyuncudur. Kazananın ilk hamleyi yapmayan oyuncu olması da oldukça manidardır, oluşan pozisyona göre yeni bir pozisyon alması bakımından. Kaderi kurgulamak, oyunu kuralına göre oynamayı biliyorsan eğer…
***
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından hemen sonra insanlık, yaşadığı travmaların etkisinden kurtulmaya çalışıyordu. İşte bu yıllarda, 1950’li yılların hemen başında Fransız Edebiyatı’nda “Yeni Roman” akımı başlamıştı. Alain Robbe Grillet, Michel Butor ve Claude Simon gibi yazarlar, klasik roman kalıplarını kırıp, James Joyce, Virginia Woolf ve Franz Kafka gibi yazarların açtığı yolu genişletmeye çalışarak, romanlarında psikolojik yaşamın zenginliğini ve karmaşıklığını ve bir arada barındırdığı çelişkili duyguları vurgulamaya başladılar.
Bu akım sinemaya da sıçradı ve Fransa’da, sinema tarihinin en önemli akımlarından biri olan; “Yeni Dalga” başlayınca genç Fransız yönetmenler bir anda kendilerini tüm dünyaya tanıttılar.
Yeni Dalga’nın en önemli özelliği, siyasi konulardan uzak durması oldu. Yeni Dalga yönetmenleri birinci tekil kişi ağzından anılarını, deneyimlerini ve hayallerini aktardılar ve huzursuz bir gençliğin bunalımlarını, arayışlarını seyirci ile paylaşmayı denediler. Her yönetmen kendi dünyasını anlattığı için “Yeni Dalga” akımı bir okula dönüşemedi ve bireysel bir sinema anlayışı ortaya çıktı.
Alain Resnais, “Yeni Dalga” akımının geçmişe ve anılara verdiği önemi filmlerine en iyi yansıtan yönetmenlerden biri.
Nazi kamplarında yaşanan katliamlarla ilgili ifade şekillerini tamamen değiştirdiği belgesel-film olan “Gece ve Sis”in 1956 yılında elde ettiği büyük başarı neticesinde Alain Resnais bu kez uzun metrajlı kurgu film çekmeye karar verir. Filmin konusu, atom bombasının Japonya üzerindeki etkisi olacaktır. Filmin senaryosunu kaleme alması için Françoise Sagan ve Simone de Beauvoir gibi “Yeni Roman” akımının önde gelen edebiyatçıları düşünülse de Resnais’nin yolu, Marguerite Duras’la kesişir. Duras ve Resnais daha en başından hikâyenin doğrudan atom bombasıyla ilgili olmayacağı ama yarattığı yıkımın arka planda kaçınılmaz bir biçimde hissedileceği noktasında anlaşırlar. Sitem dolu; “Hiroşima’da hiçbir şey görmedin” repliği ile açılan bu film, zamana adeta parantez açan; “Hirosima, Mon Amour” yani Türkçe ismiyle; “Hiroşima Sevgilim”dir.
İkinci Dünya Savaşı‘nın travmatik sancılarının insan ruhunda açtığı yarıklar henüz giderilememişken, hem kolonyalizm karşıtı mücadeleyi hem de vatansever savaş taraftarlığını ateşleyerek ülkeyi kutuplaşmaya sürükleyen Cezayir Savaşı 1950’lerde Fransa’nın yaşadığı en travmatik olaydı. Fransa’da o yıllarda hakim olan toplumsal bölünme, entellektüeller arasında etkisini gösterdi ve Sürrealist Topluluğun başlattığı, adını ilk imzacılarının sayısından alan; “121’ler Manifestosu” 1961 yılında imzalandı. Bu bildiriyi imzalayanlar arasında Simon de Beauvoir, Jean-Paul Sartre gibi ünlülerin yanısıra Alain Resnais de vardı.
Ve aynı yıl Alain Resnais, senaryosunu “Yeni Roman” akımı yazarlarından Alain Robbe Grillet’in yazdığı ve “Yeni Dalga”nın yenilikçi ve sıradışı bir örneği olan; “Geçen Yıl Marienbad’da” filmini çekti.
Sürekli tekrarlarla kurgusunu şekillendiren bu film, sinemanın yapısal ve anlatımsal kalıplarını yıkmayı amaçlayan bir tür görsel bilmece gibidir. Geleneksel hikâye anlatımını da sorgulayan film, izleyiciyi zaman, bellek, gerçeklik ve yanılsama kavramlarıyla dolu bir dünyaya davet eder.
Geçen Yıl Marienbad’da, bir kadının (A) ve bir adamın (X) gizemli yani somut mu soyut mu olduğu belirsiz bir mekânda buluşmasıyla başlar. Bir otel ya da bir şato mu olduğuna ilk bakışta karar veremeyeceğiniz bir yer, filmin ana mekânı olarak karşımıza çıkar.
Adeta bir labirenti andıran uzun ve karmaşık koridorları, geniş salonları, simetrik yapısı ve barok tarzı ile karakterlerin kaçamayacağı bir hapishane gibi olan bu mekân, film ilerledikçe karakterlerin zihnindeki karmaşıklığı ve labirent gibi dolambaçlı yollarını simgelediğini düşündürtür.
X, A’yı bir yıl önce Marienbad’da tanıdığını ve birlikte zaman geçirdiklerini iddia ederken, A bu olayı hatırlamaz ya da hatırlamıyormuş gibi yapar. Bu belirsiz anlatım, filmi doğrudan doğruya bir hikâye anlatma aracı olmaktan çıkarır. Resnais, zaman çizgisini parçalayarak tekrarlarla sahneler arasında kesintisiz döngüsel geçişler yapar ve olayların doğrusal bir sıraya dizilmesini reddeder. Karakterlerse bazı anlarda heykel gibi hareket etmeden dururlar. Bu dondurulmuş anlar, karakterlerin zamanda asılı kaldıklarını, yani geçmiş ile bugün arasında sıkışmış oldukları izlenimini verir gibidir.
Aynı zamanda, heykeller ve dondurulmuş insan figürleri, anıların insan belleğinde nasıl bozulup dondurulmuş hale gelebileceğinin de bir ifadesi olarak düşünülebilir. Hani az önce “bellek, salt bir yeniden üretim değil, geçmişin şimdiki zamanla etkileşimi sonucu oluşan bir deneyimdir” dedik ya, işte bu filmde zaman, tekrarlanan mekânların ve durumların içinde adeta donmuştur. Bu döngüsel yapı, insan hafızasının doğrusal olmayan yapısını ve hatıraların her yeniden çağrılışında değişen doğasını sorgular.
Film boyunca, zaman ve hafıza gibi temalar merkezdedir. X’in A ile yaşadığını iddia ettiği anılar gerçek mi, yoksa X’in zihninin birer ürünü müdür? A, X’i hatırlıyor ama bunu inkâr mı ediyordur? Film, bu soruların yanıtlarını asla vermez ve izleyiciyi bir belirsizlik içinde bırakır. Çünkü, izleyiciyi sürekli kendi yorumunu yapmaya zorlayarak klasik hikaye yapısının dışına çıkan ve açık uçlu bir anlatım sunan bir filmdir.
Karakterler, klasik filmlerde gördüğümüz derin psikolojik çözümlemelerden uzak ve neredeyse birer sembol gibidir. A, X ve diğer karakterler, isimler yerine harflerle tanımlanır, bu da onların kişilik özelliklerinden ziyade temsili anlamlar taşıdığını ima eder. A, belki de insan zihninin bilinmeyen yönlerini, X ise geçmişi yeniden yaşama arzusunu simgeliyor olabilir. Karakterlerin diyalogları ise doğrudan izleyiciye yönelmiş gibi göründüğünden, zaman zaman tiyatral bir etki yaratır. Bu tiyatral anlatım tarzı, sahte bir gerçeklik duygusu uyandırarak filmi bir tür rüya ya da zihinsel bir deneyim olarak hissettirir.
Bu film, güçlü görsel diliyle de öne çıkar. Kamera hareketleri, uzun ve akıcı çekimleri, iç mekânların labirentvari yapısını ortaya çıkaran kompozisyonlar, karakterlerin kaybolmuşluk hissini güçlendirir. Ayna hem kendini tanıma ve yüzleşme, hem de gerçekliğin ikiye bölünmesini sembolize eden bir imgedir. Otelin içinde aynalı birçok mekân vardır ve karakterler sıklıkla yansımalarıyla karşılaşır. Yani diyebiliriz ki, mekânlardaki aynalar hikâyenin ve karakterlerin içsel karmaşasını yansıtır.
Aynı zamanda geometrik düzende dizayn edilmiş bahçedeki gölgeler ve simetrik detaylar da karakterlerin içinde bulunduğu soyut ve tekdüze dünyayı sembolize eder. Özellikle otelin bahçesindeki gölgelerin doğal olmayan bir şekilde statik kalması, zamanın donmuş olduğu hissini destekler. Bu görsel oyunlar, izleyiciye mekânın gerçek mi, hayal ürünü mü olduğu konusunda ipucu vermez ama filmi daha da gizemli hale getirir karakterlerin doğallıklarını kaybetmiş, sıkışmış ruh hallerine bu imgeleri kullanarak…
Müziğin filmdeki kısıtlı ama etkili kullanımı, özellikle sessiz anların ardından gelen melodik tekrarlarla zamanın ve mekânın döngüselliğini vurgular. Bu döngü, müziğin tekrarı ile birleşerek karakterlerin hafıza ve zaman arasında sıkışmışlığının ifadesini güçlendirir.
“Geçen Yıl Marienbad’da” izleyicinin zihninde sonsuz olasılıklar yaratmaya yönelik bir film olarak yorumlanabilir. Filmin en başından beri senaryonun içine dahil edilen izleyici için de Marienbad’ın bir hatıra mı yoksa gerçek bir mekan mı olduğu film boyunca netleşmez. Böylece bu mekan geçmişin travmatik anıları ve yanılsamaları için bir simge haline gelir. Marienbad, zihinde canlanan ama tam anlamıyla hatırlanamayan anıların belirsizleştirdiği bir yerdir.
Filmde olanların tamamı bir tür hayal ya da karakterlerin içsel dünyalarının yansıması olabilir. Belki de X, A’yı hiç tanımamıştır ve her şey sadece zihninin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çoklu anlam katmanları, filmi çözülmesi gereken bir bilmeceden çok, izleyicinin algısına göre şekillenen bir sanat eseri haline getirir.
Anlayacağınız, Geçen Yıl Marienbad’da, klasik bir film deneyimi değil; seyircinin zaman, mekân ve gerçeklik algısını zorlayan bir sinema deneyimidir. Bu deneyimi yaşama fırsatını kaçırmamalı ve bu filmi mutlaka izlemelisiniz...
Sonrasında, bu filmden sonraki yıllarda çekilmiş filmlerden Stanley Kubrick’in “Shining (Cinnet)”, David Lynch’in “Mullholand Drive (Mullholand Çıkmazı)” ve “Lost Highway (Kayıp Otoban)”, Christopher Nolan’ın “Memento (Akıl Defteri)”, Andrei Tarkovsky’nin “The Mirror (Aynalar)” Lars Von Trier’in “Dogville”, Michel Gondry’nin “Eternal Sunshine on a Spotless Mind (Sil Baştan)”, Lara ve Lilly Wachowski kardeşlerin “The Matrix”, Quentin Tarantino’nun “Pulp Fiction (Ucuz Roman)”, David Fincher’in “Fight Club (Döğüş Kulübü)” gibi filmlerini de izlerken zihninizin fısıldayacağı ilk şey;
“Geçen Yıl Marienbad’da karşılaştık. Hatırlıyorsun değil mi?” olacaktır...