EZİLMİŞ ÇİÇEK
Duygular derinleştikçe cümleler anlamını yitiriyor. Anam ezilmiş çiçek kokardı, keskin kokulu ezilmiş çiçek…
Sarı sırma saçlarını iki örük yapıp tülbent altından salıverirdi. Sonbaharda yalnız kalmış papatyalara benzerdi. O, sonbaharda tek kalmış bir bahardı. Bugün yarın solacağını bilerek yaşardı.
Eli maşalı ninem ise sürekli çevresine komut veren bir kadındı. Ezilmiş meyve ne kadar sevilirse köy halkı da onu o kadar severdi. Ninemi yaşından ötürü sayarlardı, amma kendisini seven bir insan bulunmazdı çevresinde. Anam, babamı genç yaşta kalp krizinden kaybetmişti. Tarlada çalışırken son nefesini vermişti. Ninem, anamı hiç affetmedi. Sonradan öğrendiğime göre ona maddi ve manevi baskılar yapmış. Babamın ölümünden onu sorumlu tuttu ve anama anlam veremediğim şekilde düşman kesildi.
Tek evladını kaybedince acısını dindirmek için kırk yaşında yalnız yaşayan erkek kardeşini yanına aldı, ona sarıldı. Onun her kötü huyunu sineye çekip görmezlikten geldi. Artık o da biz de yatıp kalkıyor, bizlerle birlikte yaşıyordu. İbo Dayı dedik ona. Çalışmaz, bütün gün çarşıda yan gelir yatardı veya kahvede al kızı ver papazı iskambil oynardı. Onun dışında boş zamanlarda içer, anamı gözlerinin altından süzerdi.
Anam söylerdi, “Çok şımarttı babaannem, İbo Dayı’yı.” Babamdan kalan tüm sevgiyi ölçüsüz boca etmişti üstüne. Anlamazdım o yaşlarda şımarıklık neydi, bu kelime niçin kullanılırdı? Benim şahit olduğum, anamın zaman zaman İbo Dayı’dan korkup çekindiğiydi. Daha sonraları adına korku dediğim duygunun yalnızca bir ürperti, bir tiksinti olduğunu anlayacaktım.
Anam sabahları inekleri sağar, satmak için peynir yapardı. Alelacele yemekleri yaparak koşturmacayla tarlaya çapa, tırpana, ekip, biçmeye giderdi. Akşamları eve gelince beni görecek hali hiç kalmazdı. Yorgun bedenini salardı sedirin üzerine. Koşar, üstüne atlar, sarılırdım boynuna özlemle. Bırakmazdı ninem, çekip uzaklaştırırdı beni anamdan. “Ne sevgisi, çekil, uzaklaş! Daha ananın yapacak bir sürü işi var!” deyip alırdı beni anamın koynundan.
Bugün gibi hatırlıyorum da, önceden hazırladığı yaprak ve dolma içlerini sarması için anamın önüne nasıl attığını… Dinlenmeden, soluklanmadan ağlayarak anamın nasıl dolma sardığını…
Anam, o evde gündelikçi bir kadın gibiydi. İtilip kakılan ve ölesiye çalıştırılan… Anam ağzını bile açamazdı, ne anası vardı ne babası, ardında yoktu sığınacak bir ağacı. Gece gündüz babamın adına anarak kavuşmayı dilerdi. Ben de babam gelecek diye beklerdim. Nineme bir arzuhalde bulunamazdı ki İbo Dayı’yı şikâyet etsin. Bir gün etmeye kalkmıştı da...
“Başkalarına nasıl karılık yapıyorsan, İbo’ya da karılık yap!” diye iftira etmişti. Yıllar sonra duydum bunları. Acımasız bir kadındı ninem. Bir konuşmaya başlarsa kimse susturamazdı onu. O kadar yüksek sesle ve hızlı konuşurdu ki tüm nokta ve virgüller yerlere dökülürdü konuşurken. R harflerini söyleyemezdi. Harfin üstüne basar, sonra yılan gibi tıslar dururdu. Anamın duaları hep yaşlıydı. Bir sabah anamla tarlaya gitmek için çok ağladım. Ninem bana kıyamadı ve izin verdi. Akşam anamla tarladan eve dönerken karşımıza İbo Dayı çıktı. Anam iliklerine kadar titremeye başladı; bugün anlıyorum. Elimden tuttuğu kolum nasıl da sallanmıştı. İrkildi geri çekildi.
“Sen de nereden çıktın, ne işin var burada be adam?”“
"Geç kalınca merak ettim, çocuk da var, yanına gelip sizi alayım dedim.”
"Biz bu yollardan geçtik yıllarca, sana ihtiyacımız yok. Var git kendi yoluna. Rahat bırak bizi.”
diye bağırıyordu anam, İbo Dayı’ya. Hiç anlam verememiştim anamın bağırışlarına. İbo Dayı ağzından akan suyu koluna sildi ve arkasını dönüp gitti. Anam beni çekiştirerek adımlarını hızlandırdı. Çabucak gidiverdik eve. İbo Dayı henüz yoktu. O gece içkili geldi eve “Adaletsiz Allah!” diye bağırdı bütün gece. Ondan o gece çok korktum, anama sarılarak uyudum. Babamı çok özlüyordum.
Ninem, anamın sağdığı sütleri ve peynirleri nehrin başındaki tezgâhta satar, anama para yüzü göstermezdi. Anamın cebine en son babam zamanında para girmişti. Onun özel ihtiyaçlarını dahi alması için İbo Dayı’ya liste yaparak verdiğini sonradan öğrenecektim.
Kapının önünde top oynuyorduk. Top ahırın arkasına kaçtı. Topu almak için hep beni gönderirlerdi. Koştum ahırın penceresinin önünden geçerken bir inleme sesi işittim. Gizlice pencereden bakınca İbo Dayı’nın anamı samanların üstüne yatırdığını ve ağzını kapatarak onun üstüne abanmış olduğunu gördüm.
“Ana! Ana!” diyerek büyük bir çığlık attım. İbo Dayı pantolon kemerini takıp oradan uzaklaştı. Bense kapalı ahır kapısını yumruklamaya başladım. Anam kapıyı açtı, şalvarı yırtık pırtık, tülbenti düşmüş, saçı başı darmadağınıktı. Anam eğilip bana sımsıkı sarıldı.
“Korkma, ağlama kuzum. Bir şey yok. Sadece ayağım burkuldu, İbo Dayı ayağıma bakıyordu.” dedi.
“Bakmasın! O pis adam, sana hiç bakmasın! Ben görüyorum, zaten babaannem de gördü. Sen yıkanırken anahtar deliğinden hep sana bakıyordu. Ninem elimden tutup götürdü beni oradan. Bir de ‘Sakın bu gördüklerini kimseye söyleme.’ dedi.”
Yine ağlıyordu anam, gök gürültüsü gibi. Korktum! Anamın boynuna atladım. Anam, “Sen temiz bir çocuksun ve hep öyle kalacaksın. Şimdi koş doğru eve, ben de geliyorum.” dedi. Annem ağzından çıkan son sözcüklerinin selasını çoktan okumuş meğer, nereden bilecektim. Anamdan o günden sonra bir daha hiç haber alamadık. Ta ki jandarmalar anamın kıyafetlerini nehrin başında buluncaya kadar.
O günden sonra nehir hep ezilmiş çiçek koktu.
***
















































