ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 18-08-2024 17:31

Emek Partisi / Gülderen Çetin

Yazan: Gülderen Çetin -EMEK PARTİSİ 

Emek Partisi / Gülderen Çetin

"Ben çocuktum bilmiyordum, gördüklerim ve yaşadıklarımdan ibaretti benim hikâyem.
Yaşanılan acı ne kadar çok olursa olsun yine de gülmek bize çok yakışıyordu. Çünkü bizler birer çocuktuk."

EMEK PARTİSİ

Küçük adımlarımla hızlı hızlı yürüyen anneme ayak uydurabilmek için nasıl bir çaba sarf ettiğimi hatırlıyorum. Annemin çektiği kolum iyice gerilmişti. Annem biraz durdu; “Yürüsene kızım!  Vakit ilerledi kapanmadan yetişelim hadi. Bak! Az kaldı işte şurası."

Sevinmiştim bayağı. Büyük demir bir kapıdan içeri girdik. Her tarafı çakıllarla döşeli kocaman bir okulun bahçesinin yan tarafındaki küçük binanın yanında durduk. Gri boyalı kapıyı tıklattı annem. İçerden gelen; "gel" sesiyle odaya girdik.

Orta yaşlarda, ciddi duruşlu ve parlak cilalı kahverengi bir masada oturan kişinin karşısında saygılı bir şekilde duruyor, bir şeyler konuşuyordu annem. Hemen büyükçe bir deftere ciddiyetle bir şeyler yazıp çizdi. Annemin; "Müdür Bey" diye hitap ettiği kişi, zarfın içindekileri itinayla inceledi ve bana dönerek yumuşak bir ses tonuyla; "Hoş geldin Asiye kızım, okul hayatında çok başarılı olursun dilerim" dedi. Heyecanlanmıştım. Artık o yoldan geçerken imrenerek baktığım bu okula mı gidecektim?

Arkadaşlarım, öğretmenlerim olacaktı. İçim içime sığmıyordu. Nihayet okulun ilk günü geldi çattı.

Siyah önlüğüm, beyaz yakam, iki tane sıkıca örülmüş yanına sarkan saçlarımın uçlarındaki kocaman beyaz kurdelelerim, defterlerim, kalemlerim ile çok mutluydum. Diğer çocuklar gibi huysuzluk yapmadım. Annem kalsın yanımda diye de hiç ağlamadım. Okulumu çok seviyordum. İlerleyen zamanlarda gerçekten de başarılı, terbiyeli akıllı bir öğrenci olarak öğretmenimin takdirini kazandım.

Her zaman diğer çocuklardan bir kaç adım öndeydim. Derslerimi sular seller gibi okur, ezberler sevgiyle yapardım. Okul sevgisi bir tutkuydu, bende. Her şeyin üstündeydi. Zaman su misali aktı gitti. İlkokuldan sonra ortaokulu da bitirip diplomamı aldım.

Zor Günler
Maalesef ki, ülkenin her yerindeki karışık durum herkesi etkilemiş, atılan silahların, her yerde kimliği belirsiz kişiler tarafından patlatılan bombaların eşliğinde süregelen bir yaşam içinde ailem kesinlikle bir üst okula kayıt yaptırmak istemedi beni. Oldukça gelişmiştim, yaşıtlarımdandaha büyük gösteriyordum. Ne kadar ağlasam da bir üst okula gönderilmedim. Yaşadığım şehir de ülkenin bu vahim durumundan nasibini almıştı. Her yerde kan, gözyaşı ve yanan yıkılan ocaklar vardı.

Bu durum çocuklara bile sirayet etmişti. Küçücük çocuklar da sanki anlar gibi birbirleriyle zıtlaşıyor, kendi aralarında çocukça kavgalar çıkartıyorlardı.

Annem sıkı sıkı tembihlemişti; "Bak kızım! Eğer seni sıkıştırır sorarlarsa hangi partidensiniz diye? Ekmek partisindeniz diyeceksin tamam mı?"

"Ekmek partisi ne demek ki anne?" Annem; “Fazla soru sorma aklın ermez, sen dediğimi yap tamam mı?" dedi.

O gün mahallenin yeni yetişen çocukları oturmuş ellerindeki kâğıt fişeklerin içindeki çekirdeklerini iştahla çitlerken konu yine akşamki kurşunlanan yandaki evdi.

Tarık isimli çocuk; “Pis faşistler ne olacak!" dedi.

Ben araya girdim; "Ne biliyorsun onların yaptığını gördün mü?" dedim.

Tarık hiddetlendi; "Ne oldu dokundu mu, neden koruyorsun onları, siz de onlardansınız değil mi?"

Çok şaşırmıştım; “Ne alaka, hem faşist ne demek ki?" diyebildim; "Biz parti falan tutmuyoruz bir kere."

"He he; tutmuyorsunuz" dedi arkadaşım; "O zaman geçen çaldığın müzik kasetini ağabeyin neden balkonda kırdı, ben gördüm, sen de ağlıyordun, çünkü dinlenmemesi gereken şarkılardı değil mi? Sesini açmıştın, “aldırma gönül” diye bas bas bağırıyordu kaset."

"Ne saçmalıyorsun sen be!" diye bağırdım.

"Öncesinde de ağabeyini niye kurşunladılar o zaman?" diye ekledi Tarık.

Kekeleyerek; "Ağabeyim işten gelirken çatışmaların ortasında kalmış, kurşunlardan biri ona da isabet etmiş, bilip bilmeden konuşma günah alıyorsun tamam mı? Kasete gelince o müzik, ben çok seviyorum kasetten müzik dinlemeyi, ayrım yapmam ki, şarkılar da, türküler de hep güzeldir. Ağabeyim, sesini çok yüksek sesle açıp dinlediğim için kızdı, komşu da şikâyete gelince o yüzden sinirlenip kırdı."

Tarık inatla üzerime geliyor beni kızdırıyordu; "Ablanın nişanı neden atıldı, damat adayının görüşü size tersti değil mi?"

Çok kızmıştım; “Sen var ya!” dedim; “Sen, çok günah alıyorsun. O damat adayı saygısız biri olduğu için bozdular nişanı, uydurun bakalım.!

Ardından sesim ağlamaklı; "Evet biz de tutuyoruz parti, var mı diyeceğin? Gerizekâlı, senin dediklerini değil ama biz, ekmek partisindeniz"

Bilmiyordum ki, öyle bir parti yoktu.

Korunmak için uydurulmuş bir sığınak gibiydi o iki cümle. Tarık gülüyordu, yine de ne olursa olsun gülmek bize yakışıyordu; "Geçen seni gördüydüm kaldırımın ne sağında, ne de solunda yürüyordun, korkak olduğun için ortadan yürüyordun değil mi?"

"Hayır, yaaa!” dedim tedirginlikle; "Orta yol daha sakindi, ondan yürüdüm her şeye bir mana çıkarma?"

Tarık omuzlarını yukarı doğru kaldırarak; "Hıh; ekmek partisiymiş saf ya, kimi kandırıyorlarsa!" diyerek ayrıldı yanımızdan.
 
Korku Kapanı (12 Eylül 1980)

O gün annemin talimatıyla bahçedeki taşlığı yıkıyordum. Sabah işe giden ağabeyimin sapsarı olmuş yüzüyle geri eve döndüğünü gördüm.

Ağabeyim; "Çabuk ört kapıyı içeri gir!"

"Ne oldu ki ağabey?"

Seslere annem çıktı; "Ne oldu oğlum neden geri geldin?"

“Anne, sorma her yeri askerler sarmış, elleri tüfekli, dipçikli, bir dipçik de ben yedim, neden geri eve döneyim diye sorduğum için."

"Nedenmiş?" dedi annem.

“Darbe olmuş anne, askeriye el koymuş ülkeye, bütün yetkililer tutuklanmış. Bundan sonra daha çok canlar yanacak anne, çok!"

Çok geçmeden evimizin köşe başını gösteren penceresinden dışarda yaşanan kaos daha da net görünüyordu; sıkı yönetim uygulanmıştı, sokağa çıkmak yasaktı.

Köşeleri tutan kocaman yeşil renkli asker kamyonları, silahlı askerler burunlarını dahi kim dışarı çıkarırsa onları karga tulumba, yakalayıp kamyona dolduruyorlardı, sorgulanmak üzere, kim bilir nerelere götürülüyorlardı. Yanıma mahalleden gizlice gelen iki kız arkadaşım olan Ayla ve Fadime'yle sanki sinema filmi izler gibi yolun en ilerisini gören penceremizden bütün olanları izliyor, kaçanlara kahkahayla gülüyor, yakalananları sayıyorduk; "Bir, iki, işte işte üç oldu!” diye inanılmaz bir heyecan yaşıyorduk, çocukça bir ruhla. Her ne kadar biraz daha boyumuz uzasa da henüz çocuktuk.

Durumun vahametini anlamıyorduk. Bu durum günlerce sürdü. Aşağı mahalleden bir komşunun yaşı hayli geçmiş kızının yazık ki düğünü bu tarihe denk gelmişti. Ben ve kızlar durumun ciddiyetinin hiç farkına varmadan bu olayı anlatıp kahkahalarla gülüyorduk.

"Yazık kıza yaaaa! Güç bela bir koca bulmuştu kadere bak. Artık kolay kolay evlenemez de."

Ama durum hiç öyle olmadı, askerlerin eşliğinde komşu kızı düğünsüz baba evinden alınıp özel izinle koca evine teslim edildi. Tam trajikomik bir olaydı.

Bu bizim çocuk ruhumuzu kıpırdatıyor, her halükarda gülmek için bahaneler bulduruyordu. Bizler kenar bir mahallenin saf çocuklarıydık, böyle derin meseleleri aklımız çözemezdi. Sonrasında tanıdıkların bir bir tutuklanması, birçoğunun işkenceler içinde çektikleri acıların anlatıldığı olaylar toplantılardaki tek konu haline gelmişti.

Yokluk, her şey karaborsa halkın bazı yoksul kesimleri açlık sınırına dayanmıştı. Fakir halkın bir parçası olan ben, Asiye, o küçük yaşımda nelere şahit olmuştum böyle. Alelacele kurulan mahkemeler, yetersiz savunmalar, canları alınan darağaçlarında sallanan onca tazecik fidanlar.

Her şey daha adilce olamaz mıydı? Bir fincan şekere, bir kaşık yağa koskoca bir halk muhtaç edilmişti.

Buna sebep olanlar, kardeşi kardeşe kırdıranlar kimdi bu zalimler? Bir gün bedelini ödeyecekler miydi? İbret için utanç abidesi dikilecek miydi? Tarih unutmayıp hep yazacak mıydı? O zamanlar çocuktum, bilmiyordum derininde neler vardı, asla onları ayrıştıracak bir bilgiye ve akla sahip değildim.

Ben, yaşadıklarımı, gördüklerimi bilir onu der, onu söylerim, nice acı ve gözyaşı dolu öyküler vardı.

Bunlardan biri de işte benim öykümdü. Sayfalarca yazsam bitmeyecek olan bir roman olurdu.

Bedelini bu olayda belki en az ödeyenlerdenim. Kaybımız yoktu, canımız sağdı ama ruhumda açtığı o yara çok derindi, kapanmayacaktı. Korkudan, yokluktan, çok sevdiğim okuma ve eğitim hayatıma engel olunarak bedel ödedim. Bugün bile içimde halen acısı durur. “Okul, eğitim, kalem, defter” denildi mi hep o günler gelir aklıma; burnumun direği öyle bir sızlar ki, içime sıcak sıcak bir şeyler akar, gözümde biriken yaşlara engel olamam. Eğitim özlemimi bana ömrüm boyunca yaşatacak olan eksikliğimi içim acıyarak, yüreğimin derinliklerinde hep hissederim. Her şey gerçekten zamanında çok güzelmiş.

Açmadan solan bir gençlik ve yıkılan hayaller kaldı. Ruhumuza, yarım kalmışlığın izlerini bıraktılar.

İnsan bir acı çektiği, bir de mutlu olduğu anları unutmazmış. Mutlu olduğum an okula başladığımdı.

Acı ise, çoktu…
Ama ona da alışıyorduk zamanla. Hayatı bu sanıyorduk. O zamanların masum bir
çocuğunun gözüyle yazdığım bu öykümü daha fazla kirletmek istemediğim için şimdilik bu kadar anlatabildim. Aradan yıllar geçti, hayat işte bir şekilde devam etti durdu.

Acı İtiraf
Bir gün bize o zor yıllarda kendince haklı davasında mücadelesini vermiş bir büyük ağabeyimiz geldi.

Herkes artık ilerleyen zaman içinde normal yaşantısına dönmüş, evlenip yuvalarını kurmuş, hatta çoluk çocuğa bile karışanlar olmuştu. Benim de yakında düğünüm vardı. Bu herkesin kahraman olarak gördüğü abi, sohbet sırasında inanılmaz bir şekilde pişmanlığını, kandırılmış koskoca bir gençliğin ahının vebalinin çekileceğini bir bir anlattı. Sonrasında söylediği cümle bir hayat dersi niteliğindeydi:Benim" diye başladı söze; "O yıllardaki düşmanım olan karşıt görüşlü insanı bir gün neredeyse bir kavga sırasında öldürecektim, onu bir zalim, bir hain olarak görüyordum. Ne büyük bir hata yaptığımızı şimdi daha iyi anlıyoruz, ikimiz de ve biz çok iyi iki arkadaşız şimdi, tuhaf değil mi?

Vicdansız, hain ve inançsız dediğim arkadaşım hiç evlenmemiş, yatalak annesi ve engelli kardeşine bakabilmek, onları kimselere muhtaç etmemek için kendini feda etmiş bu hayata ve ailesine. Bundan daha büyük bir merhamet olabilir mi? Benim gaddar, inançsız dediğim, acımadan uyuşmuş beynimle ağzını, burnunu kırdığım o insanla tesadüf eseri yıllar sonra kesişti yollarımız, artık çok iyi iş ortağıyız. Şimdi anlıyoruz ki, ne o kötüymüş, ne de biz. Bizi yani gençliği bu duruma getirenlermiş zalim olan. Bunu kavrayabilmiş olmamız bile o kadar anlamlı ki."

O an da annemle göz göze geldim ve ortamı yumuşatmak adına saflığa da vererek ekledim; "Ağabeyciğim demek ki, en doğrusu bizim gibi ekmek partili olmakmış."

Kısa bir sessizliğin ve şaşkınlığın ardından ortalığı yine kahkaha sesleri sardı. Gülmek bize her zaman çok yakışıyordu…

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi