ÖYKÜ YARIŞMASI
Giriş Tarihi : 21-08-2022 01:06

Dilenci

Yazan: Hamiyet Su Kopartan - DİLENCİ - Truva Edebiyat Dergisi 5. Öykü Yarışmasına katılan öykü

Dilenci

DİLENCİ

Ben haberleri pek sevmem. Ülkemizde ve dünyada olanlar ilgimi çekse de elimden dua
etmekten başka hiçbir şey gelmediği için duyacaklarıma üzüleceğimden haberleri takip etmem. Sürekli televizyon seyreden insanların da her şeye nasıl yetiştiklerini bir türlü anlayamam. Bunların işi gücü yok mu, diye içimden geçirirdim hep. 

Meğer gerçekten işi gücü yokmuş çok kişinin. Bugün tezgâhıma gelen Salim Bey, akşam haberlerden işsizliğin her geçen gün arttığını, bunların büyük bölümünün de gençlerden oluştuğunu, dolayısıyla ahlâkın çöktüğünü öğrenmiş.

İşsizliği, benim gibi tarlada doğan bir insanın anlaması beklenemez. Kendimi bildim bileli tarlalardayım. Kaç tarlamız var, bilmiyorum. Kiminde patates, kiminde kabak, kiminde pancar, kiminde buğday,… var. Bahçemizde yetiştirdiğimiz yeşillikleri, biberleri, domatesleri itinayla toplarız. O gün nerenin pazarı kuruluyorsa oraya götürür, pazarda satarız. Yazın çıkardığımız mahsulleri güneşte kurutup kayısı, üzüm kakı yapar, kabak çekirdeğini sütle kavurup kışın satarız. Domates, biber salçası; gül, vişne, kayısı reçeli, marmeladı yapıp satarız. Tezgâhım her zaman renk renk emekle dolar, çeşit çeşit emek kokar.

Bazen saatlerce müşteri gelmediği olur. O zaman da örgü örer, el işi yaparım. Tezgâhımı toplayıp eve geldiğimde de ayaklarımı uzatıp dinlenemem ki. Daha ev işi yeni başlar. Yemek yapılacak, sofra toplanacak, bulaşık yıkanacak, ev silinip süpürülecek, çocuklarla ilgilenilecek…

Düşündüm de aslında benim haberleri takip etmeye de televizyon seyretmeye de zamanım yok ki. Şimdi fark ettim de ben, kendim habermişim, habere ihtiyacım yokmuş ki.

Salim Bey gittiğinden beri düşünüyordum: Nasıl olur da işsizlik alır başını gider? O kadar dalmışım ki onun tezgâha yaklaştığını bile görmemişim. Hayatta en sevmediğim, bana bulaşmasından korktuğum kişi…

Kafamın karışıklığından olacak, onu görünce çok sevdiğim birini görmüş gibi sevinip tebessüm ettim. İçimden bir ses onunla sohbet etmem gerektiğini söyledi. “Gel teyze, bir çay içelim.” dedim. Şaşırdı. Gözlerime sıkıca sarılan ifadesinde ciddi olup olmadığımı sorguluyordu. Gayet ciddiydim. “Gel, otur hele.” deyince gözlerinde bu defa minneti gördüm. Ona nasıl hitap edeceğimi bile bilmiyordum.

Çocukluğumdan beri her hafta gördüğüm; ama hiç tanımadığım bu kadın kimdi? Nedense içimde ona karşı bir merak oluşmuştu. Merak duyguma yenik düşmüştüm. Zaten saatlerdir kimse gelip bir şey de almamıştı. “Biraz sohbet edeyim, ben de insanım, hep çalış çalış, nereye kadar?” diyordum kendi kendime.

Adı Gülbeyaz’mış. Yetmiş seksen yaşında beyaz tenli, renkli gözlü, eli yüzü buruşmuş bir kadın. Görünmez bir el, “Türkiye Fiziki Haritası”nı yüzüne çizmiş sanki.

Laf lafı açtıkça, sohbet koyulaştıkça o kadar kötü bir insan olmadığını hissetmiştim. Hem esprili hem de duygusal bir kadınmış. Hoşsohbet, ağzı dualı, konuşmaları mantıklı, fikirleri tutarlıymış. Eski, yamalı kıyafetli bu kadını ben hep dilenci olarak görmüştüm. Şimdi fark ettim de bugüne kadar kimseden hiçbir şey dilenmemişti. Peki, ben neden dilenci olduğunu düşünüyordum?

Gülbeyaz, esmerce bir ailenin çocuğuymuş. Babası, kızının beyaz olduğuna o kadar sevinmiş ki teni gibi geleceği de aydınlık olsun istemiş. Ömrü boyunca mutlu olsun, gül gibi narin olsun, kimse ona hoyrat davranmasın, mutlu olsun diye adını “Gülbeyaz” koymuş.
-Gerçekten de hep mutlu oldun mu teyze?

Aklından geçenleri bilmiyorum; ama hafif bir tebessümle anlatmaya başladı:
-Ne gezer, mutlu olsaydım bu kadar çökmezdim. Taşıdığım dağların ağırlığıyla kamburum çıkmazdı. Mutlu olsaydım pazardan çürükleri, yere dökülmüşleri toplar mıydım? Kimsenin beğenip almadığını toplar, yemek diye sofraya koyar mıydım?

Doğru ya, ben bu kadına hep bu yüzden gıcık olurdum. Pazarcıya üç beş kuruş verip ihtiyacı olan sebzeyi, meyveyi almaz da yere düşenleri toplar diye. Başka da bir şey sormadım. Kelimeler boğazıma takıldı, çayımı bile yudumlayamadım.
Gülbeyaz Teyze henüz genç, güzel bir genç kızken gönül bu ya bağ komşusu Mustafa’ya vurulmuş. Mustafa kara kaşlı, kara gözlü, yağız bir delikanlıymış. Kendinden de dört yaş küçükmüş. Onun dikkatini çekmek için aklınca her yolu denemiş; fakat ne yapsa nafile. Mustafa, yemenisinin (yazmasının) katlarından Gülbeyaz’ı görmemiş bile.

En son çare olarak Mustafa, ağaç altında uyurken çıkardığı çorabını Mustafa’nın eşyalarının arasına gizlice yerleştirmiş. Sonra da basmış yaygarayı.
Annesiyle babası, Mustafa’nın ailesine koşmuşlar. Mesele büyümüş, “namus meselesi” haline gelmiş. Çorap gerçekten Mustafa’nın eşyaları arasından çıkınca iki aile de Mustafa’yla Gülbeyaz’ı evlendirmeye zorlamışlar. Mustafa “Bu işte bir yanlışlık var. Çorabı ben almadım, ben çalmadım. Bana ne elin kızının çorabından? Ben başka birini seviyorum.” dese de dinleyen olmamış. Gülbeyaz muradına ermiş.

O günden sonra sevdiği kız Mustafa’ya küsmüş, Mustafa da hayata. Kocası, hiç sevmemiş Gülbeyaz Teyzeyi. “Cazı karı” diye hitap edermiş hep. İlk defa duymuştum “cazı” kelimesini. “Cadı”nın halk arasındaki kullanılışıymış. Geçen yıllar içinde eve çöp bile almamış. Gülbeyaz Teyze, kim ne verdiyse, nereden ne bulduysa, pazardan ne topladıysa onunla idare etmiş, bugünlere gelmişler.
Salim Beyin dedikleri geldi aklıma. “Bu yoklukla, bu güzellikle iyi ki kötü yollara düşmemişsin.” dedim usulca. Çok üzülmüştüm çünkü.

Elindeki bardağı bıraktı, hızlıca ayağa kalktı, başını dikti ve dedi ki: 
“Parasızlık ayrı ahlaksızlık ayrı."

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi