BREZİLYA
Samba!..
Brezilya’nın kültürel çeşitliliğini birleştiren ve halkının neşesinin bir sembolü…
Oldukça ritmik, bir o kadar da enerjik ve dansçılarına oldukça fazla özgürlük tanıyan bir dans…
Öyle ki, sambanın enerjik yapısı, dinleyenin kanını kaynatarak sosyal etkileşimle birleştikçe yayılan mutluluğu özgürce hissetme tutkusu gibi…
Forro!..
Bu dans da genellikle çiftler halinde yapılan oldukça samimi bir dans türü…
Enerjik ve coşkulu bir şekilde dans edilirken bu dansın partnerler arasında bağ oluşturan hareketleriyse zarif ve akıcı...
Ve insanın ruh halini sakinleştiren, dinleyeni aşık olmaya veya aşkını sevdiğiyle paylaşmaya iten yani tamamen romantik bir ruh haline büründüren Bossa Nova!..
Hayranlık, aşk, melankoli ve özlem gibi geçmiş, bugün ve yarını duygusal olarak bir araya toplarken geleneksel samba ritimleriyle cazın etkisini birleştiren yumuşak, hafif bir melodinin oluşturduğu ritmik bir yapıya sahip müzik tarzı…
Ve…
Brezilya’nın doğasını, kültürünü ve halkını öven en ünlü klasik şarkılarından biri olan, Ary Barroso’nun 1939 yılında bestelediği “Aquarela do Brasil” şarkısının, Geoff Maldaur’un 1977 yılında çıkardığı “Is This the Beginning?” albümünde yeniden yorumlanmış versiyonu…
Brazil…
Geoff Maldaur’un “Brazil”i geleneksel samba ritimlerini blues ve caz ile harmanlayıp Brezilya’nın renkli atmosferini, sıcak havasını ve canlılığını yansıtırken, sözleriyle de kehribar renkli ayın altındaki romantik bir buluşmanın canlı bir resmini çizerek sevginin gücünü ve geçmişin güzel anılarından geriye kalan nostaljiyi yaşatıyor. Şarkının sözlerinde, iki sevgili, yarının onları ayıracağından habersiz birbirlerine sarıldıkları ve öpüştükleri geçmişteki bir anı, ayışığının altında yad ediyorlar. Gece sabaha döndüğündeyse, kendilerini birbirlerinden kilometrelerce uzakta, hâlâ söyleyecekleri milyonlarca şeyin özlemini çekerlerken buluyorlar.
Diğer bir ifade ile Brazil şarkısı, dinleyenleri kalplerinin eğlenerek yükseldiği, o mutluluğun ve sevginin derinden hissedildiği yere dönme özlemi ve arzusuyla havada aşk kokusunun olduğu bir yolculuğa çıkarıyor.
Brazil şarkısı yayımlandığı günden itibaren ünü tüm dünyaya hızla yayılmış bir şarkı…
Ve işte 80’li yıllarda Galler’in Port Talbot kasabasında, sahilde gün batımını izlerken radyosundan Brazil şarkısını dinleyen bir adam. Halktan biri. Çelik ve kömür üretimi ile ve tesislerin deniz kıyısında olmasıyla bilinen bir kasaba Port Talbot ve ne yazık ki bu tesislerinden yayılan kömür tozunun tüm sahilini özellikle gün batımında griye çevirdiği bir yer. Ancak, Brazil’i radyosunda dinlemekte olan adam öylesine mutlu ve kendinden geçmiş bir halde nostaljik ve duygusal bir yolculukta…
O gün aynı anda Amerikalı film yapımcısı, yönetmen ve komedyen aktör olan Terry Gilliam da o sahildeyken, radyosundan Geoff Maulder'ın Brazil şarkısını dinleyerek plajda gün batımını izleyen bu adam gördüğünde aklına gelen ilk şey; şarkıyı dinleyen bu adamın, karşındaki görüntüye rağmen kendinden geçmiş mutlu halini “kasvetli gerçeklikten kaçış” olunca Terry Gilliam, 1985 yılında çekeceği “kara mizah” türündeki filmin adını da belirlemiş oldu. Geoff Maulder’in Brazil şarkısı hem onun yapacağı filme ismini verecek hem de filmin müziği olacaktı.
Gerçekten de kara mizah bir film için; Brezilya kültürünün neşeli ve canlılık içeren öğelerini çağrıştıran bu şarkı, Brezilya’nın 70’ler ve 80’lerin başındaki totaliter rejim ile yönetilmesi, Brezilya bayrağında yer alan “Ordem e Progresso (Düzen ve İlerleme)” sloganıyla ve filmin distopik temalarıyla keskin bir tezat oluşturarak bir nostalji ve kaçış duygusu uyandırması bakımından oldukça anlamlı.
Bugünkü Brezilya bayrağının temel tasarımı 1889 yılında oluşturulmuştu. Bayrakta bulunan yeşil renk, 1822 ile 1889 yılları arasında Brezilya İmparatoru görevini de üstlenen I. Pedro kraliyet arması rengi. Bayraktaki eşkenar dörtgene rengini veren sarı renk ise, İmparator’un eşi olan Maria Leopoldina'nın ait olduğu Habsburg Hanedanlığı'nın rengi. Eşkenar dörtgenin ortasına konumlandırılmış mavi daire ve üzerindeki yıldızlar, Brezilya devletinin bağımsızlığının ilan edildiği 15 Kasım 1889 tarihinde saat 08:30'da Rio de Janeiro'nun atmosferden görünüşünün simgelemekte. Mavi yer küre üzerinde bulunan ve Portekizce “ordem e progresso” sloganı ise 19.yy da Auguste Comte'nin ortaya attığı “Pozitivizm” düşüncesine bağlı olan ve ülkenin kurulmasına katkıları olan kişiler tarafından bayrağa eklenmiş. Takımyıldızlarına da bayrağında yer veren Brezilya, yıllar içerisinde her biri bir Federal eyaleti simgeleyecek şekilde belirlenen bu yıldızların sayısını arttırmış ve son olarak 1992 yılında güncelleyerek yıldız sayısını yirmi yediye çıkartmış.
O halde, “Brezilya” filmini analiz etmeye başlayabiliriz...
Ancak belirtmeliyim ki, bu filmi izlemediyseniz ve izlemeyi planlıyorsanız ve de bu muhteşem deneyimin mahvolmasını istemiyorsanız bu yazıyı okumayı burada bırakabilirsiniz. Ama okumak istiyorsanız da riski “size ait” olarak devam edebilirsiniz satırlar arasında gezinmeye…
Yönetmen Terry Gilliam, 1985 yılında çektiği “Brezilya” filminde kara mizah yaparak izleyenlere bilim kurgunun olağanüstü görsel deneyimlerini yaşatıyor. Bu film, bilim veya teknolojiyle nadiren doğrudan ilgileniyor. Kara mizah filmi olduğu için teknoloji, çoğu zaman yalnızca altta yatan sosyal, politik veya ahlaki mesajları abartma aracı olarak hizmet ediyor. Bununla birlikte, piyasaya sürülmesinden bu yana yaklaşık kırk yıla yakın süre geçmesine rağmen Brezilya filmi, benzersiz görsel ziyafetinin yanı sıra güncelliğini kaybetmeyen temel temalarıyla izleyenleri hâlâ büyülemeyi başarıyor.
Filmin adı “Brezilya” ama filmin aslında Brezilya ile fazla bir ilgisi yok sadece filmin distopik temalarının altını çizmeye yardımcı bir unsur. Zaten açılış sekansında belirtildiği üzere, 20. yüzyılın nerede olduğu bilinmeyen ve akşam saatleri olmasına rağmen havanın kararmadığı distopik bir şehirde Noel zamanı geçen bu film; izleyenlerini, Jonathan Pryce'in canlandırdığı ana karakter Sam Lowry'nin tuhaf ama rahatsız edici derecede tanıdık dünyasında gezdiriyor.
Gerçeküstü, baskıcı ve bürokratik bir toplumda, ana karakter Sam Lowry, şarkıda tasvir edilen idealize edilmiş tropik dünyayla simgelenen daha canlı ve özgür bir varoluşun hayalini kuruyor. Bu karşıtlık, modern yaşamın absürtlüğünü ve acımasız gerçeklikten kaçış özlemini vurgulayan bu filmin ana teması.
Eski Brezilya’yı düşündüğümüzde, bayrağının yeşil rengini ülkenin geniş ormanlarıyla, sarı eşkenar dörtgeni; altın rezervleri ve zenginlikle, mavi daireyi; gökyüzü ve evrensellik ile sembolik olarak eşleştirebiliriz ki bu da zaten, “Brezilya” filminin bürokrasi ve totalitarizm hakkındaki hiciv yorumunu derinleştirmeye hizmet eder nitelikte olur.
Filmin geçtiği zamanın Noel olması da önemli bir vurgudur. Neden derseniz de, modern Brezilya bayrağının üzerinde August Comte’un “İlke olarak aşk, temel olarak düzen, amaç olarak ilerleme” mottosunun “düzen ve ilerleme” kısmı yer alır derim. August Comte “İnsanlık Dini”ni kurmuştur. Fransız devriminden sonra Auguste Comte’un inşa ettiği bu dini daha iyi anlayabilmemiz için ilk olarak Comte’un yaşadığı döneme bakmak gerekir.
August Comte; Fransız Devrimi’nin sosyal, siyasal, entelektüel ve manevi yönden açtığı krizin içinde yetişmiş ve yoğrulmuş bir düşünür. Kaybolan ahlakın peşinden koşan August Comte’un o zamanki temel gayesi, modernite krizine ve o dönem Avrupa’yı kasıp kavuran devrimler çağına bir son vermekti. Ve August Comte, geçmişle şimdiki zaman ve gelecek zamanı, akıl ile inancı, devrim ile sürekliliği, statik ile dinamiği uzlaştırmaya çalıştı.
Düzen ile ilerlemeyi buluşturma amacı August Comte’ta birkaç gelişimle sonuçlandı. Bunlardan biri sosyolojiye, kuracağı o yeni bilime, bir zemin hazırlamaktı. Ardından anlaşıldı ki bu bilim, toplumu anlamak, tanımak, bunun için bilgi üretmek ve bu sayede topluma yön verebilmek, yönetebilmek için kurulmuştu. Yani ilk yıllarında sosyoloji aslında siyaset yapıcılara bir kılavuz olması için kurulmuş müdahaleci bir bilimdi.
August Comte’a göre dinsel evre ve birtakım feodal unsurlar hâlâ modern toplumda varlığını sürdürmekteydi ve bu da ona göre en büyük problemdi. Yine ona göre, kaçınılmaz olarak insanlık pozitif bilimsel evreye geçecekti. Bilimsel, endüstriyel topluma gidiş bir gereklilik ve zorunluluktu. Bu öngörünün, toplumların varacağı nihai nokta itibariyle geleneksel olanın yerini modern olana, bilimsel olana bırakacağı olduğunu belirtti. Bu süreçte Comte’a göre din adamlarının yerini bilim adamları alacak, geleneksel toplumda gücü elinde bulunduran askerlerin yerini ise sanayiciler alacaktı.
Netice itibariyle August Comte, topluma rehber olan bir bilim kurmuştur ama orada da kalmayarak az önce de bahsettiğim gibi dönemin ruhu ve zamanın ihtiyaçları gereği yapay bir din de kurmuştur. Bu dinin adı insanlık dini. İnsanlığın tanrı sayıldığı bir din. Adı “İnsanlık Dini” ama Comte’un kurduğu bu dinin insan ve toplum tasavvuru hiç de hümanist değil. Çok disiplinli sert bir düzenin olduğu, ödev düşüncesinin ön planda olduğu ve seçkinci bir öğreti. Fert yok, cemiyet var. Hak yok, ödev var. Totaliter rejimlerin beslendiği veya besleneceği bir kaynak gibi.
Nitekim, bayrağına Comte’un sözlerini alan ve çok fazla sayıda Comte taraftarı olan modern Brezilya için 70’ler ve 80’lerin başlarında gelinen sonuç, totaliter ve askeri bir rejimle yönetilen bir ülke olmasıdır.
Tekrar filme dönecek olursak; filmin anlatısı Merkezi Hizmetler kanalında yayınlanan bir TV reklamıyla başlıyor ve ardından muhtemelen bir terör saldırısının neden olduğu büyük bir patlama geliyor. Patlamaya rağmen yayına devam eden TV'lerden biri, Bakan Yardımcısı Bay Helpmann'ın, izleyicilere terör saldırıları ile ilgili güvence veren bir röportajıyla devam ediyor.
Eş zamanlı olarak, Bilgi Erişim Departmanı’ndaki odasında çalışan bir personel, uçan bir böceği dolapların üstüne çıkıp elindeki kağıt tomarı ile öldürdüğünde, yazıcılardan birinin üzerine düşen ölü böcek yazım hatasına neden olur ve bu da “Buttle” ailesi için son derece talihsiz bir durum ortaya çıkarır. Hem teknolojideki “bug”lara kara mizah tarzında bir göndermedir bu sahne hem de Sam ve hayallerinin kadınıyla karşılaşmasında yaşanacaklara subliminal bir altyapı hazırlar.
“Tuttle” böceğin yazıcıya sıkışması nedeniyle “Buttle” olur ve Buttle ailesinin masum babası, kendisinin aslında sistem dışında bireysel olarak çalışan, asi tesisatçı Tuttle olduğu düşünülerek hükümet tarafından yanlışlıkla tutuklanır.
Sonrasında ise Sam rüyalarında gördüğü kadının gerçek haliyle yüzleşir. İlk başta sisteme itaatkar görünen akıllı bir adam olan Sam, yavaş yavaş hüsrana uğramış bir asi haline gelir. Sam'in bu zihinsel yolculuğu, iç ve dış kavgalarını ortaya çıkarır. Filmin ilk çeyreğinde Sam, sık sık kendi iç hayal dünyasını ziyaret ederek etrafındaki kasvetli gerçeklikten kaçar. Gerçek hayatta Jill'le tanıştıktan sonraysa, Sam'in isyanları sisteme karşı dış mücadeleleri temsil eder.
Filmin açılışındaki bu sahneler aynı zamanda, teknolojinin kullanımı yoluyla yaygın merkezi hükümet kontrollerinin sosyal sorunlarını ve insanlar için anlamsız rutinlerden bir kaçış yolu olarak TV'nin bağımlılık yapıcı gücünü temsil ediyor. Filmin genelinde sahne değişiklikleri TV ekranları ile bağlantılı. Mesela mağazanın TV'leri, personelin ofisindeki TV, Buttle'ın ailesinin evindeki TV ve Jill'in banyosundaki yansımalı TV ekranı ve Kayıt Departmanı’nda müdür Bay Kurtzmann'ın gözden kaybolduğu zamanlarda işçilerin televizyonlara yapıştığını da görürüz.
Yazıcıya sıkışan böcek sahnesi, teknolojinin ne kadar güvenilmez olabileceğine ve merkezi kurumların bu önemsiz hataların neden olduğu olaylarla başa çıkmada ne kadar inanılmaz derecede beceriksiz ve katı olduğuna dair mesajı böcek (bug) metaforu üzerinden zekice vurguluyor. Teknolojinin güvenilmezliğine rağmen, bakanlığın kendi teknolojisine mutlak güveni olduğu ve sıklıkla asla hata yapmadıklarını iddia ettiği bu karakterin konuşmaları ile vurgulanıyor.
Evet, film boyunca kullanılan temel temalardan biri bu zaten, teknolojinin güvenilmezliği..
Sam'in sabah uyandığında çay yerine şeker içmesine ve kahvaltı olarak kızarmış ama ıslak ekmek yemesine neden olan teknoloji ile donatılmış dairesi. Ve filmin ilerleyen sahnelerinde, klimanın bozulması ve Tuttle'ın tamir etmeye çalıştığı küçük ama işlevsizliği ciddi sorunlara yol açan bir parça nedeniyle Sam’in dairesinin giderek yaşanılmaz bir yere dönüşmesinde çok net ifade edilirken Merkezi Hizmetler'den gelen iki tamirci, sorunla baş edemeyen ve sorunu çözemeyen katı otoriteyi temsil eden hiciv unsurları.
Bu arada Tuttle'ın boru sistemindeki by-pass sabotajının olduğu sahne de, oldukça etkili ve mesajları olan bir sahne ve hükümete karşı teröriste ya da sadece karşıt bir bireye yönelik bariz bir mesajın yanı sıra, aynı zamanda insanın karmaşık sistem ve teknolojiyle başa çıkma yeteneğini de sorguluyor. Sam’in astronot kıyafetlerinin içine lağım pisliklerinin dolması neticesinde Merkezi Hizmetler tamircilerine yönelik olarak söylediği “Boka battılar” cümlesine Tuttle’ın verdiği “Aslında hepimiz boka battık” cevabı filmin en önemli repliklerinden biri olarak unutulmazdır.
Bilgisayarla ilgili konularda kendisine yardımcı olması için büyük ölçüde Sam'e güvenen Bay Kurtzmann ve bilgisayarının bozuk olduğunu haykırırken teknolojik açıdan zorlanan Harvey Lime gibi diğer karakterlerde de teknoloji kullanımı ile ilgili insanın korkuları, kaygıları yani insanın teknoloji karşısındaki çaresizliği açık şekilde vurgulanıyor. Sam, Harvey Lime’a bilgisayarının bozulmadığını sadece onu açmadığını gösterir.
Öte yandan filmde, bilim ve teknolojiye de güçlü bir yakınlık var ki, bu durum özellikle filmdeki tıbbi uygulamalara olan ilgide açığa çıkıyor. Sam'in annesi Ida Lowry, doktoruna hayran olmasının yanı sıra estetik ameliyat için geçmesi gereken teknoloji ile desteklenmiş tıbbi prosedürlerden de rahatsızlık duymuyor. Toplumun üst sınıfında, estetik cerrahi normların bir parçası. Doktorlar bilimde uzmanlaşma yeteneklerinden memnun ve gurur duyuyorlar ve toplumda da aynı şekilde kabul görüyorlar.
Sisteme veya araç olarak teknolojiye yönelik tepkilerin bu ikiliği yani aşk ve nefret ilişkisi, Sam'in haşmetli Samuray'ı yendiği ve maskenin arkasındaki adamın kendi imajı olduğunu keşfettiği rüya sahnesinde doruğa ulaşır. Bu sahnede, kelime oyunları ile yapılmış çok ilginç bir kara mizah örneği de var. Samurayın İngilizce okunuşunu “Sam-u-r-ay” şeklinde hecelediğimizde bu aynı zamanda İngilizce başka bir cümlenin okunuşunu çağrıştırıyor gibi; “Sam you are I” yani “Sam, sen bensin”
Evet, Sam, sistemle ne kadar mücadele etmeye çalışsa da kendini sistemin içine kaptırmıştır. Sistemi yenmek için de sürekli olarak sistemden yararlanır. Örneğin Merkezi Servis tamircilerini işten çıkarmak için 27B/6 formunu kullanır. Sam çaresiz hissettiği bir anda, içinde bulunduğu umutsuz durumdan kurtulması için Bay Helpmann'a yalvarır, halbuki Helpmann açıkça sistemin arkasındaki baş karakterdir. Sam ilk başta kendisini toplum normlarının dışında tutmak için, annesinin kazanmasına yardımcı olduğu iş yerindeki terfiyi şiddetle reddeder. Ancak hayaline ulaşabilmesi için toplumsal yapıya yeniden uyum sağlaması gerekmektedir.
Haklısın Tuttle… “Hepimiz boka batmışız”...
Başka bir teknoloji olan silahlar da, bu filmde bir diğer temaya hizmet ediyor. Silahlar çok yaygın kullanılıyor ancak mağdurların çoğu eylemlerden pek etkilenmiyor, yani korkmuyor. Aynı şey, bir restoranda yemek yiyen veya bir alışveriş merkezinde alışveriş yapan duyarsızlaşmış kalabalığın tepkisizliğini çarpıcı biçimde gösteren terörist bombalamaları için de geçerli. Duygusal tepkilerden yoksun olan teknoloji ve onun yarattığı bir araç, bu sahnelerde insanlıktan uzaklaşılmasına yol açmış gibidir. Teknoloji kullanıldığında insan basit bir nesneye veya veri setine indirgenmesi, Enformasyon Bakanlığı'nın çalışanlarını kodlarla tanımladığı düzenlemesinde de görülebilir. Yani sicil numaraları…
Bu filmdeki diğer pek çok sahne de, insanlıktan çıkmanın çarpıcı işaretlerini gösteriyor. En aklımda kalanlardan biri, Bay Kurtzmann'ın, Bay Buttle'ın kendisini "ölü" yerine "uykuda", "silinmiş", "çalışmaz", "kesilmiş" ve "tamamlanmış" olarak tanımladığı kayıtlarını oldukça şaşırtıcı bir şekilde okuduğu sahne. Bilimsel, teknik veya resmi bir terim, evrensel bir terimin ortaya çıkarabileceği duygusal tepkileri baltalamaya yönelik bir araç gibi.
İnsanı yavaş yavaş insanlıktan çıkartan ve öncelikle bilimi ve teknolojiyi insanın arzu ve umutlarını gerçekleştirmenin, korkularını gidermenin, hayallerini boşa çıkarmanın bir aracı olarak sunan bu film, finalinde de varoluşsal bir soruyu gündemine aldığını iyice belli ediyor.
Bireysel mahremiyet, bilgi edinme hakları, tıbbi prosedürler, bürokrasi, insanlıktan çıkarma, sosyal sınıflar, ticarileştirme, katı otorite ve daha fazlası gibi birçok sosyal ve ahlaki konu bu sorunun odak noktaları.
Soru; “İnsan gerçekten nasıl özgür olur?“
Filmin sonlarındaki uçan devasa adamın altındaki “Gerçek seni özgür kılacak” sloganı dikkat çekici.
Sam'in tüm çabalarının sistemi yıkmak için yetersiz olduğunu görüyoruz ve Sam kendi gerçeği olarak deliliği seçiyor.
Filmin sonundaki çarpıcı final, mevcut sistemde “mutlu son”a ancak delirerek ulaşabiliriz derken aslında kişinin gerçek özgürlüğüne ulaşabilmek için kendi zihnine tamamen geri çekilmesi gerektiği yorumunu da Terry Gillam’ın bu film için bir röportajında “state of mind” yani “zihinsel bir durum” değerlendirmesinden sonra rahatlıkla yapabiliriz.
Peki sizi özgürlüğe götüren kendi gerçeğiniz nedir? Hiç düşündüğünüz mü?
Tuttle’ın filmin bir çok sahnesinde söylediği gibi; “Hepimiz bu işin içindeyiz”.
Öyle değil mi??
O zaman dans…
Samba!..
Forro!..
Yetmez! Aşk lazım!..
Bossa Nova!..
O zaman çalsın şarkınız…
Brazil!..
Hayallerinizin tek gerçeğiniz olması dileğiyle…