ATLARI DA VURURLAR
- Sat! Haydi Sat! Hemen Sat! Kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı!
- Panik yapma! Satmak kaybı garanti eder. Belki de bir süre beklemeliyiz, belki toparlanır.
- Beklemek mi? Fiyatlar her dakika düşüyor. Bu artık bir kumar!
24 Ekim 1929…
New York Borsası’nda hisse senetleri fiyatları düşmeye başladı. Alıcının olmaması ve herkesin satıcı olmasıyla hisse senedi fiyatları bir anda çakıldı. Borsada panik havası korkuyu beraberinde getirdi. Gün bittiğinde o gün, borsa tarihinin en büyük değer kaybını yaşadığı “Kara Perşembe” olarak anılacaktı.
- Haklısın, herkes sattı ben de satmalıyım. Çekilmek için tek şansım bu!
- Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Kayıplar çok büyük, belki yıllar alır. Şu an sadece hayatta kalmaya çalışıyoruz.
- Bu kadar büyük bir düşüş ekonomiyi vuracak, bankalar kapanacak, işsizlik artacak. Ne olacak bizim halimiz?
- Evet, sadece borsa değil, diğer sektörler de etkilenecek. Bu büyük bir ekonomik çöküş ve biz bunun şu an sadece daha başlangıcındayız.
29 Ekim 1929…
Kara Perşembenin hemen ardından gelen Kara Salı günü, borsanın çöküşü daha da derinleşti, hatta zirveye ulaştı ve bu gün, on yıldan uzun sürecek ekonomik krizin başladığı gün olarak tarihteki yerini aldı.
- Tüm paramı kaybettim. Bu kadar büyük bir felaketi yaşayacağım hiç aklıma gelmezdi.
Doğru. Çoğu kişinin aklına gelmezdi. Çünkü 1920’li yıllar Amerika için “Kükreyen Yirmiler” idi.
I.Dünya Savaşı'nın ve İspanyol Gribi salgınının zorluklarının hemen ardından gelen “Kükreyen Yirmiler” birçok orta sınıf Amerikalıya, Amerika Birleşik Devletleri tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir özgürlük, dizginsiz eğlence ve yukarı doğru ekonomik hareketliliğin zevkini yaşatmıştı.
Kükreyen Yirmilerde ülkede teknoloji ve üretim patlaması yaşanıyordu. Ücretler artıyordu, tüketim artıyordu ve borsa devamlı yükseliyordu. Bu ekonomik büyüme, Amerika halkını kısa sürede zenginleştirmişti ancak “tüketim toplumu” adı verilen yeni bir çılgınlık dönemi başlamıştı.
O yıllarda birçok Amerikalı parasını filmlere, modaya, hazır giyim gibi tüketim mallarına ve elektrikli ev aletlerine harcadılar. Özellikle de radyo satın aldılar. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ilk ticari radyo istasyonu olan Pittsburgh'un KDKA'sı 1920'de yayına başladı ve 1920'lerin sonuna gelindiğinde 12 milyondan fazla evde radyo bulunuyordu.
1920'lerin ortalarında iyice yaygınlaşan elektrik kullanımı ve teknolojik gelişmelerle birlikte çamaşır makinesi, dondurucu ve elektrikli süpürgeler ev işlerinin bazı angaryalarını ortadan kaldırınca “yeni kadın” imajı ortaya çıktı.
Milyonlarca kadın beyaz yakalı işlerin yanı sıra mavi yakalı işlerde de çalışmaya başladı. Siyahi kadınlar hariç kadınlar oy verme hakkına sahip oldular.
Doğum kontrol cihazlarının artan kullanılabilirliği, kadınların daha az çocuk sahibi olmasını mümkün kıldı. Kısa etekli, içki ve sigara içerek bir “hanımefendiye yakışmayan” şeyler söyleyen, ayrıca önceki nesillere göre cinsel açıdan daha “özgür” olan genç kadınlar, “Kükreyen Yirmiler”in en tanıdık sembollerinden biri oldular.
"Kükreyen Yirmiler"in en önemli buluşlarından birisi de seri üretimdi. Ünlü otomobil sanayicisi Henry Ford'un bu müthiş buluşu sayesinde üretim katladı. Ülkedeki otomobil sayısı kısa sürede altı milyondan yirmi yedi milyona yükseldi. Otomobil fiyatları düştü.
Henry Ford, devrim niteliğinde bir çıkış daha yaptı ve işçi ücretlerini günde beş dolar gibi görülmedik bir seviyeye çıkardı. Ve tarihte ilk kez işçiler kendi ürettikleri otomobilleri satın alacak parayı kazanır oldular. Arabalar aynı zamanda gençlere istedikleri yere gitme ve istediklerini yapma özgürlüğü de verdi. Birçok gencin yapmak istediği şey dans etmekti.
Dans etmek demişken; caz grupları, New York City ve Chicago'daki popüler mekanlarda çaldı; radyo istasyonları şarkıları ülke çapındaki dinleyicilere taşıdı. Gelenekselci bazı yaşlı insanlar caz müziğinin "kabalığına" ve "ahlaksızlığına" karşı çıktılar, ancak genç kuşaktan pek çok kişi dans pistinde hissettikleri özgürlüğü seviyordu.
O zamana kadar zenginlere özgü bir ayrıcalık olan seyahat de "demokratikleşti." Amerikalılar ülkelerinin tatil cennetlerine akın etmeye başlayınca bu defa turizm sektörü ihya oldu. Yine, tarihte ilk kez "yıllık izin" kavramı gündeme geldi.
Bunun yanında arsa fiyatları fırladı, özellikle de Florida'da gayrimenkul spekülasyonu görülmedik boyutlara ulaştı. Şöyle söyleyeyim; bataklıklar bile müşteri buluyordu.
Willa Carter, Scott Gerald Fitzgerald, Ernest Hemingway Amerika’nın en iyi edebiyat eserlerini yazdılar. Okuryazarlık seviyesi arttı.
Ancak yirmilerin kükreyişinde her şey göründüğü gibi güllük gülistanlık değildi. Kötü bir yapılanma ile kurulmuş olan bankaları denetleyen bir kurumun olmaması ve bankaların kolayca kredi verip bu kredileri geri alamaması, yaklaşık 200 büyük holdingin ABD ekonomisinin % 50’sine sahip olması ve ABD’nin I.Dünya Savaşı sonrasında İngiltere ve Almanya’dan istediği savaş tazminatını altın olarak almak istemesi fakat yaşanan altın sıkıntısı nedeniyle bu tazminatın tahsil edilememesi, kapitalizmi krizle yüzleştirdi.
Ve binlerce banka ve şirket iflas ederek battı milyonlarca insanın parasını buharlaştırarak...
Banka iflasları kredi sisteminin çökmesine ve paranın değerinin düşmesine yol açtı. Sadece finans sektörü değil, tarım ve sanayi sektörleri de bu derin krizden olumsuz etkilendi. Fabrikalar kapanınca üretim durdu ve doğal olarak birçok insan işsiz kaldı. Çiftçiler alıcısı olmayan ürünlerini çöpe attı, kredi borçlarını ödeyemez oldular ve sonunda çareyi Batı’ya sefillik dolu bir göçte buldular.
Şehirlerdeyse yoksul mahalleler hızla büyüdü ve “Hooverville” olarak adlandırılan barakalardan oluşan geçici konut alanları ortaya çıktı. Yoksulluk çoğunluğun yaşam biçimi oldu.
Ailelerin hayatta kalabilmesi için kadınların da iş gücüne katılması gerekti ancak onların iş gücüne katkısı fazla değer görmediğinden düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldılar. Ekmek aslanın ağzındaydı. Eşitsizliklerle dolu hayatta ayakta kalmak oldukça zordu. Yarınlardan borç alınan çocuklar ise okula gidemedi. Bu da eğitimsizlik oranlarını arttırdı.
Birçok insan, varlıklarını ve işini kaybetmişti ama daha da önemlisi, yaşama dair özgürlüklerini yitirip geleceğe olan umutsuzluğun cesaretlerini alıp götürmesiyle insan olma onurlarını da kaybetmişlerdi.
Asalet, cesaret ve özgürlük… İnsan olabilmenin ana değerleri…
Bunlar, hayvanlar aleminde atların sembolize ettiği değerlerdir. Atlar, gün boyunca defalarca tekrarladıkları 1-2 dakikalık kestirmelerden oluşan ayakta uyumaları da dahil olmak üzere, günlerinin neredeyse tamamını dört ayak üzerinde geçirirler, yattıkları zaman organlarına giden kan damarları tıkanabileceği veya hastalanabilecekleri için. Bu yüzdendir ki, rahatsızlanınca da iyileşme sürecini yatarak geçiremezler. Yani bir at başka bir atın çiftesiyle, yere yanlış şekilde basma, düşme veya takılma yüzünden ayak ve bacaklarında kırık oluştuğunda veya bacaklarında eklem sorunları, enflamasyon, osteortirit gibi sorunlar yüzünden ayakta duramayacak hale gelince fazla bir seçim şansı yoktur, atı vurmaktan başka…
Psikolojik ve fiziksel sınırları sonuna kadar zorlanan bir grup insanın hayatta kalma mücadelesi sırasında umutsuzluk ve çaresizlik içine hapsolarak adeta insan olmaktan çıkıp ne kadar acımasız ve insanlık dışı kararlar alabileceklerini gösteren bir film...
Orijinal adı; “They Shoot Horses, Don’t They?” olan, Türkçe’ye “Atları da Vururlar” olarak çevrilen ve 1969 yılında çekilen bu film, Sidney Pollack’ın yönetmenliğini yaptığı ve başrollerinde Jane Fonda, Michael Sarrazin ve Susannah York’un yer aldığı bir dram filmi.
Horace McCoy’un 1935 yılında yazmış olduğu “Atları da Vururlar” romanından beyazperdeye aktarılan bu film, 1930’lardaki “Büyük Buhran” dönemi Amerikan toplumunun psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve politik analizini yaparken kapitalist bir toplumun insanları nasıl sömürdüğünü ve onları birbirine karşı nasıl rekabete soktuğunu eleştirir.
Büyük Buhran yıllarında sıklıkla para için yapılan dans maratonu yarışmasından hareketle, bu yarışa katılan karakterlerin para kazanma, hayatta kalma ve daha iyi bir yaşam kurma isteğiyle kendilerini nasıl kullandırdıklarına dair sert bir eleştiri getiren bu filmdeki dans yarışması, karakterlerin yalnızca bir ödül için değil, aynı zamanda yaşamlarını sürdürebilmek için verdikleri bir mücadele...
Filmdeki karakterler, depresyon ve umutsuzluk içinde sıkışmışlardır. Yarış, bir tür çıkış yolu gibi gösterilse de, aslında bu onlar için bir tür hapis gibidir. İnsanın çaresizliği ve bir çıkış yolu arayışındaki psikolojik çözülüşü bu filmde derinlemesine işlenmiştir. Umut, sürekli bir şekilde elden kayar ve karakterlerin hayatta kalma arzusu, onları giderek daha karanlık bir yola sürükler.
Büyük Buhran dönemindeki ekonomik çöküşün etkileriyle insanlar arasında güvenin kaybolduğu, ahlaki değerlerin sorgulandığı bir ortam vardı. Yarışa katılanlar, bir yandan birbirlerine destek olmaya çalışırken diğer yandan da hayatta kalabilmek için birbirlerini kullanırlar. Film, insan ilişkilerinin bu tür aşırı baskılar altında nasıl şekillendiğini ve yozlaştığını açıkça gösterir.
İnsanların karşılaştığı acılar ve zorluklar, onların insani değerlerini aşındırır. Film, fiziksel ve psikolojik şiddeti, hayatta kalma mücadelesinin bir parçası olarak sunar. “Atları da vururlar” başlığı, bir tür ahlaki çöküşü ve sonunda bir canlının değerinin sorgulanmasını simgeler. Yarışa katılan insanlar, birer araç gibi kullanılmaktadır ve bu durum onları içsel olarak tahrip etmektedir.
Yani bu film, insanın en derin korkularını, zaaflarını ve arzularını açığa çıkaran bir yapıya sahiptir. Yarışın şiddetli doğası, katılımcıların içsel değerlerini sorgulamalarına, bazen de hayatta kalmak için ahlaki sınırları aşmalarına neden olur. İnsan doğası, baskı altında ne kadar kırılgan ve değişken olduğunu gösteren bir temadır.
Filmdeki karakterlerin çoğu, yalnızlık içinde sıkışmış hissederler. Yarışta birbirlerine bağlı olmalarına rağmen, içsel anlamda yalnızdırlar ve bu durum onları daha da yabancılaştırır. Yalnızlık, hem fiziksel hem de duygusal bir izolasyon olarak işlenir.
Özetle, Sidney Pollack’ın “Atları da Vururlar” filmi, kapitalizmin, sosyal eşitsizliğin ve insanın hayatta kalma içgüdüsünün insan psikolojisi üzerindeki etkilerini derinlemesine inceleyen, karanlık ve düşündürücü bir film olarak sinema tarihinde önemli bir yer tutar.
- Bunu neden yaptın evlat?
- Yapmamı o istedi.
- Yardımsever piç! Bir kadını öldürmek için tek sebebin bu mu?
- Atları da vururlar, öyle değil mi?
Doğru…
Atları da vururlar…