AKLI SELİM
"Ne soğuk bir gece" diye düşündü Selim, bahçe katı evinden sokağı izlerken. Üzerine kat kat giyinmiş, yorgana sarılmış olduğu halde, titriyor, bir yandan da hayaller kuruyor; annesinin sobaya kömür atışını, üzerine pişirdiği mis gibi kuru fasulyeyi koyuşunu izliyor, biraz olsun titremesi geçiyordu.
Ne zaman annesini düşünse sımsıcak ısınırdı içi.
Geceden neredeyse sabaha dönen saatlerde hâlâ uyumamış, dışarıda tek bir insan dahi kalmayan bu saatleri beklemişti. Kalktı yerinden ve dış kapıya doğru yöneldi. Eskimiş, kırık dökük ayakkabılıktaki tek ayakkabısına uzandı. Bir zamanlar pırıl pırılken, eskitilmiş sonra da onun gibi terk edilmiş ve kader onları birleştirmişti ama belli ki onun son çırpınışlarıydı. Kendisini terk etmesi an meselesiydi. Eline aldı. parçalanmış çehresine şöyle bir baktı. Aynı kaderi yaşıyorlardı, aralarındaki tek fark; biri parçalandığı için terk edilmişti, diğeri terk edildiği için parçalanmıştı. Çaresizce ayağına geçirdi.
Apartmanda kimse sesini duymasın diye kapıyı yavaşça açtı, sessizce binanın bahçesine çıktı. Önce etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Kimsenin kendisini görmesini istemiyordu. Emin olunca da bahçe kapısından atıverdi kendini sokağa. Hızlıca yürümeye başladı. Birkaç sokak ötedeki bir çöp konteynerinin önünde buluverdi kendini. Etrafına bakındı, kimseler görmemeliydi, utanıyordu hem de çok utanıyordu...
Gözlerinden yaşlar süzülürken iç geçirdi "annem ah annem, yıkamadan sakın yeme derdin meyveyi, gör şimdi oğlunu gör!"
Selim, on dört yaşındaydı henüz. Bu saatte onun sokakta değil; sımsıcak yuvasında, yatağında ve uykusunun en tatlı yerinde olması gerekiyordu ama o, üç gündür açtı. Çöpten bir lokma yiyecek bulabilmek umuduyla atmıştı kendini sokağa. Hızla çöp poşetlerini karıştırdı. Birkaç parça ekmek dilimleri, tavuk parçaları ve yarım yenilmiş meyvelerden buldu. Cebinden çıkardığı poşetin içine hızlıca attı ve koşarak evinin yolunu tuttu.
Karşıdan iki kişinin kendisine doğru geldiğini görünce birden panikledi, kalp atışları soğuktan kızarmış kulaklarından çıkıyordu sanki. Beynine kan hücum ediyordu, ne yapacağını bilemedi. Yaklaşan gençler, onun panik halini görünce; " hey çocuk ne arıyorsun bu saatte sen sokakta, yoksa hırsızlık mı yaptın?" deyince Selim, daha da panikledi, kekelemeye başladı;
"ha ha hayır, be beb ben, hı hı hırsız değilim" diyebildi. Selim bu kişilerin duruşlarına bakınca pek de tekin kişiler olmadıklarını düşündü. Artık soğuktan değil, korkudan titriyordu. Hızla kaçmak onlardan kurtulmak istiyordu ama kolundan kavrayıverdi bir tanesi; "dur, dur bakalım çocuk!" diyerek, elindeki poşeti hızlıca çekip aldı ve içine baktı, pis bir kahkaha atarak; "ne bu, bunları mı yiyiyorsun sen?" diye alaycı bir tavırla sordu. Selim, açtım abi, ben hırsız değilim, şurdaki çöpten aldım bunları" diyerek çöp konteynerini eliyle işaret etti. "Açım, üç gündür bir şey yemedim, bırakın gideyim abi" diyerek, bir yandan da koluyla gözlerinden dökülen gözyaşlarını siliyordu. "Gel bizimle, çok para kazanırsın, karnın da doyar"dedi bir tanesi.
Selim iyice şaşkın bir halde "nereye götüreceksiniz beni abi!" dedi. Diğer genç "çalışmaya" diye cevap verdi. "Ne işi yapacağım" diye sordu Selim. "Çok kolay iş, hiç zor değil, bizim tesbit ettiğimiz evlere girip para, altın ne varsa alıp çıkacaksın. Bu saatler; uykunun en ağır olduğu saatler, kimsenin ruhu bile duymayacak, sonra da paylaşacağız." Selim çok korkmuştu, beynine pompalanan kanı, ağzından burnundan çıkacakmış gibi hissetti.
- Hayır abi, ben hırsız değilim, böyle bir şeyi yapmam, ölürüm daha iyi.
- Bak seeen, boyundan büyük laflar ediyorsun oğlum! Biraz daha aç kal, bakalım böyle düşünecek misin? Adaleti olmayan dünyada masum da yoktur oğlum, masum kalamazsın, bu zalim dünya izin vermez buna, kaç gün dayanacaksın açlığa?
Tam o anda gece bekçisinin düdüğünü duyunca gençler hemen yönlerini değiştirip uzaklaşmaya başladı, Selim de onlardan kurtumasının sevinciyle hızla evine doğru koştu.
Eve geldiğinde kalbini tutarak bir "ohhh!" çekti. Korkudan boyun damarlarının kaskatı olduğunu hissetti ama son söyledikleri sözler de şimşek gibi beynine vurmuş, kulaklarında yankılanıyordu.
Çöpten çıkardığı meyve parçalarını yıkadı, ekmekleri, tavuk parçalarını eliyle temizledi, bir tabağa alıp birazını yedi. Karnı az da olsa doyunca üzerini çıkarıp, buz gibi odada yorganın altına girerek, ısınıp uyumayı ümit ediyordu. Bir an Hicran teyze geldi aklına. O varken hiç aç kalmamıştı. Her gün pişirdiği yemeklerden birer tabak getirir, hâlini sorar, bir şeye ihtiyacın olursa bana söyle derdi. Gerçi Selim hiç ihtiyacını söylemezdi ama Hicran teyze bilirdi, yapardı. Ara sıra harçlıkta verirdi. "Hastalanmasaydı keşke" diye iç geçirdi.
Hicran teyze; aynı apartmanın üçüncü katında oturan, yalnız yaşayan yaşlı bir teyzeydi. Onun da bir tane oğlu vardı ama Selim onu hiç görmemişti. Oğlu Avustralya'da yaşıyordu. Ara sıra telefon konuşmalarına şahit olmuş, o konuşmalardan biraz bilgi edinmişti. Türkiye'ye gelmesinin yasak olduğunu tahmin etmişti ancak sebebini bilmiyordu. Hicran teyzeye de soramıyordu çünkü ne zaman oğlunun bahsi geçse, ağlardı, Selim de onu üzmemek için hiçbir şey sormazdı.
Şimdi o hastaydı. Hastanede yatıyordu. Hepten yalnız ve kimsesiz kaldığını iliklerine kadar hissediyordu. Sabah ezanı okunmaya başladığında hâlâ uyuyamamıştı. Ezanı duyunca da "Allah'ım Hicran teyze de ölmesin" diye dua etti. Bunları düşünürken uyuyakaldı...
Sabahın ayazı geçmiş, yarım açık kalmış perdenin arasından güneşin kolları üzerine düşmüş sımsıcak isıtıyordu. Bir anne sıcaklığıyla öpüyordu sanki yüzünü. Garip bir mutlulukla uyandı. Hemen gözünü duvarda asılı olan saate çevirdi. Öğlen olmuştu, doğruldu, yatağından kalkmak isterken, tüm bedeninin ağrıdığını hissetti. Ne geceydi diye düşündü sonra dikkatini dağıtmaya çalıştı. O korkuları bir daha yaşamak ve düşünmek bile istemiyordu.
Çıkıp para kazanacağı bir iş bakmalıydı. Giyinip çıktı. Biraz ileride bir manav vardı ona sormak istedi, belki elemana ihtiyacı olabilirdi. Manava vardığında ihtiyacı olmadığını ama "istersen haftada bir gün, halden mal geldiğinde, kasaları indirip dizmeye yardım edebilirsin, üç beş kuruş harçlık, biraz da sebze meyvelerden verebilirim" diyen manava "teşekkür ederim, olur amca," dedi, tam çözüm olmasa da aç kalmaktan iyidir diye düşündü. "Mal ne zaman gelir halden" diye sordu "Pazartesi sabah yedide" cevabını alınca "Tamam amca o gün geleceğim" deyip ayıldı manavdan.
Ama yine de iş bakmalıydı, sürekli çalışabileceği bir işe ihtiyacı vardı. Para da biriktirmeli, yarım bıraktığı okuluna devam etmeliydi. O gün bir iş bulamadı. akşam da olmak üzereydi hava kararmadan eve varmalıydı. Artık gece dışarıda olmanın kendisine korku verdiğini hissetti.
Yol boyunca da düşündü, anne ve babası neden onu erkenden bırakıp gitmişlerdi. Onların da çok iyi hayatları olmamıştı. Köyde otururken sevmişlerdi birbirlerini. Annesinin ağabeyi vermek istememiş, onlar da çareyi kaçmakta bulmuşlardı. Kaçıp büyük şehire geldiklerinde, babası iş bulmuş, dişiyle, tırnağıyla mücadele vermiş, çalışmış çok sevdiği karısını hiç incitmemişti.
İki yıl sonra Selim doğmuş. O doğduktan sonra şu an oturdukları iki göz olan, bir oda, bir salon, mutfaktan oluşan, bahçe katı eve ancak paraları yetmişti. Zengin değillerdi ama çok mutlulardı. Annesi yazın bahçeye sebzeler eker, çiçeklerle uğraşır Selim'i büyütürdü. Babası işe gider, eve yorgun gelse de onula oynamayı ihmal etmezdi. Ta ki o karagün haberi gelinceye kadar.
Selim topunu alıp bahçeye çıkmış, babasının gelmesini bekliyor, onunla tek kale maç yapmak istiyordu. Annesi mutfakta yemek hazırlarken, bir yandan da Selim'i kontrol ediyordu. Bir an kapının önünde bir polis arabasının durduğunu gördü, annesine seslenerek "Anne polis amcalar bizim kapının önünde durdu" dedi.
Annesi pencereden başını uzatarak neler oluyor diye anlamaya çalışırken; "Duran Toker burada mı oturuyor? " diye sordu polis. Selim annesinin gözlerindeki dehşet dolu bakışı görünce, korkarak içeriye koşup eteğine yapışmıştı. Annesi "Evet ben eşiyim, bir şey mi oldu?" diye sorabilmişti sadece...
O günden sonra hiç eve gelememişti babası ve Selim bir daha onu görememişti. İşten eve dönüyordu, alışveriş yapmış ekmek, sebze, meyve dolu poşetleri yolun ortasına serilmişti. Ne olduğunu bile anlayamadan kaybetmişti hayatını. Birkaç sokak serserisinin aralarındaki kavgadan, kötü nasibini almıştı. Tek suçu yolunun oradan geçmesiydi. Dalağından aldığı bıçak darbesiyle oracıkta yığılıvermişti. O günden Sonra Selim ile annesinin hayatı çok zor olacaktı.
Patronu, sigorta primlerini düzenli yatırmamış, sürekli giriş, çıkış göstermişti. Bir yıl içerisinde sadece üç ya da dört ay kadarının pirimleri yatırılmıştı. Bu yüzden çalıştığı iş günü eksik kalmış ailesine maaş bağlanamamıştı.
Babasının ölümünden sonra patronu artık ne düşündü bilinmez, getirip annesine epeyce sayılabilecek bir miktarda para vermişti. Annesi o paraya hiç dokunmamış, Selim'in eğitimi için saklamak istemiş ve bankaya yatırmıştı. Kendisinin de artık çalışması gerekiyordu.
Tek yapabileceği iş temizlikti. Önce bir iki apartmanın temizlik işini almıştı, daha sonra da ev temizliklerine gitmeye başlamıştı. Artık Selim annesini çok az görebiliyordu. Her gün bir başka eve temizliğe gidiyor, hava kararmadan eve dönemiyordu. Akşamları da mahallede bir kaç apartmanın günlük çöplerini alıyor, haftada bir gün de yine akşamları apartmanların temizliğini yapıyordu. Hiç dinlenemiyor, eve gelir gelmez; oğluna yemek hazırlama telaşı, evin işi, çamaşırı, bulaşığı derken, gece yarısına kadar çırpınarak mücadele veriyordu. İyiden iyiye çökmüş ve zayıflamıştı. Böylelikle günler, ayları, aylar, yılları kovalıyordu.
Selim ve annesi o sabah çok heyecanlıydılar, ikisi de yerinde duramıyordu. Anne çok erken bir saatte uyanmış oğlunun kahvaltısını hazırlıyordu. Selim de büyük bir hevesle okul formalarını giyinmiş, heyecanla "Hadi anne, geç kalacağız" diyordu. Annesi "yok oğlum acele etme daha vakit var, hadi gel de kahvaltımızı edelim." Kahvaltılarını yaptıktan sonra Annesi okula kadar, hatta sınıfa kadar eşlik etti Selim'e, gözlerindeki yaşı gizlemeye çalışarak.
Selim okulunu, arkadaşlarını, öğretmenini çok sevmişti. Eve gelince hiç susmadan annesine neler yaptığını anlatıyordu. Bundan böyle de artık okullu olmuş, çalışkanlığı ve zekasıyla öğretmeninin, arkadaşlarının sevgisini kazanıyordu. Annesiyle birlikte babasına olan özlemleri dışında, her şeye rağmen mutlu olmayı başarmışlardı. Annesi hayatını ona adamış, onun bir dediğini iki etmiyordu. Selim de büyüdükçe daha da akıllanıyor, annesini yormamak, üzmemek için elinden geleni yapıyordu. Deyim yerindeyse; büyümüş de küçülmüş, annesine arkadaş, sırdaş, yardımcı, her şey olmuştu.
Tam da iki kişilik hayatları düzene girmeye başlamış, ana oğul bu acımasız hayata artık tutunduklarını düşünürken annesinde, baş dönmeleri, bayılmalar, geceleri öksürük nöbetleri başlamıştı. Apatmanda tek görüştükleri kişi olan Hicran teyze sürekli "Saniye kızım bir doktaro görün, senin durumun hiç iyi değil, daha kötü bir şey olmadan önlemini alman lazım, kendini düşünmüyorsan şu yavrucağı düşün" diyorsa da annesi; "İyiyim ben Hicran teyze. Çok yoruluyorum, dinlensem geçecek ama dinlenmeye vakit bulamıyorum ki" deyip geçiştiriyordu.
Artık durumu iyice kötüleşmeye başlamış, Selim'i korku sarmıştı. Annesine sürekli; "Artık sen çalışma annem, ben bakarım sana, iş bulur çalışırım" diyordu ama anne yüreği evladına kıyabilir miydi? Oğlu için canını verirdi. O okumalıydı, İyi bir meslek sahibi olmalıydı. Duran da yaşasa onun okuması, iyi bir gelecek kurması için elinden geleni yapardı. Oğluna babasızlığı hissettirmeyecek, canının son zerresine kadar onun için elinden gelenin en iyisini yapacaktı.
Selim on iki yaşına gelmişti ama o yaşdan çok daha fazla olgun, derslerinde de başarılı, çalışkan bir öğrenci idi. Annesi; "ben her zaman seninle gurur duydum, baban da olsa gurur duyardı. Baban da ben de hep senin okumanı, çok iyi bir meslek, iş sahibi olmanı istiyorduk. Sen okuyacaksın ve üniversite diplomanı gördüğüm gün, tamam artık diyip çalışmayacağım, sen bana o zaman bakacaksın" diyordu.
***
Selim'in aç bilaç geçirdiği bir kaç günün ardından pazartesi olmuştu. Konuştukları gibi sabah erkenden kendisini manavın kapısında bulmuştu. Manav Süleyman amca henüz gelmemişti. O, sabahın ayazında dükkanın önünde Süleyman amcanın gelmesini, donmamak için ellerini biribirine sürerek, ayaklarını sürekli hareket ettirerek bekliyordu. Açlıktan kanı çekilmişti sanki tir tir titriyordu. Nihayet Süleyman amca geldi.
"Oo erkencisin evlat, maşallah sana, ben gelmezsin diye düşünmüştüm" diyordu. Bilmiyordu tabi ki Selim'in nelerle mücadele ettiğini.
O gün eve çok mutlu döndü. Süleyman amca pek çok sebze, meyve vermişti. Çok taze değillerdi, hepsi buruşmuş solmuştu ama olsun, çöpten aldıklarından çok daha iyiydi. "İdareli kullanırsam bana epeyce gider bunlar" diye düşündü. Bir miktar harçlığı da olmuştu, buna şükürdü. Şükretmek için başka sebepleri de vardı elbette, evinde soba yanmasa da hiç değilse sokakta değildi. Anne ve babasının komidinin üzerindeki resimlerine bakarak; onlara, önce kendisini bırakıp gittikleri için biraz sitem etse de yine de teşekkür etti, ona bir çatı bıraktıkları için. Sonra düşündü; sokakta yaşamak zorunda kalan bir çok çocuk vardı, kendisini onlardan biraz daha şanslı hissetti.
Geçen gün karşılaştığı iki kişinin sözleri bir kez daha yankılandı kulaklarında. "Adaleti olmayan dünyada masum da yoktur, masum kalamazsın!" Anne ve babasının resimlerine bakarak; "ben kötü biri olmayacağım" dedi gözlerinden süzülen yaşlara engel olamadı.
Bahçeden gelen sesleri duyunca pencereye yöneldi. Kapının önünde bir taksi durmuş şöför Hicran teyzenin taksiden inmesine yardım ediyordu. Bir an gözlerinin içi parladı, mutluluktan, sevinçten önce şaşırdı ne yapacağını bilemedi. Sonra hemen kendini dışarı attı. Şükürler olsun iyileşmiş evine dönmüştü. Hicran teyze ona güç veriyordu, o varken kendisini bu kadar yalnız, bu kadar çaresiz hissetmiyordu. Koşup hemen koluna girdi, evine çıkmasına yardım etti.
Hicran Teyze her zamanki sevecenliği ile durmadan konuşuyor, Selim'e hastane maceralarını anlatıyordu. Neden sonra aklına geldi Selim'in hatrını sormak. "Ah evladım, bunuyorum galiba, hep ben konuştum, seni sormayı unuttum. Sen nasılsın, neler yaptın? Ah evladım apar topar kaldırmışlar hastaneye, sana yiyecek bir şeyler de bırakamadım.
"Selim "İyiyim ben teyzem merak etme, manav Süleyman amcanın yanında çalıştım bugün, harçlığım da var, bir sürü de sebze, meyve getirdim eve" diye gözlerinin içi gülerek anlattı teyzesine.
"Sen iyileşip geldin ya artık daha da iyi olurum teyzem, senin için çok üzüldüm" dedi Selim.
"Ah yavrum, benim artık yaş hayli geçti bir gözüm toprağa bakar. Bak ne diyeceğim mutfağa gidelim dipfrizde kıyma vardı, makarna da haşlayalım, kıymayı kavurup üzerine bir de yumurta kırdık mı, off ne güzel olur, midem bayram eder ayol. Perişan oldum hastanenin tatsız, tuzsuz yemeklerinden."
Selim'le mutfağa geçip güle şakalaşa yemeklerini yapıp yediler, çaylarını içtiler. Böyle mutlu anlar yaşamayalı sanki asırlar olmuştu.
Buz gibi soğuk evine geldiğinde, her zaman yaptığı gibi anne ve babasının resimlerine baktı, onları öptü, iyi geceler diledi. Üzerini değiştirip, yatağına girdiğinde yine düşünceleri ve yaşadığı kabus gibi hayata isyanlarıyla başbaşa kaldı. "Neden anne, neden beni yalnız başıma bıraktınız?" diye söylendi. Dayısının evinde yengesinden çektikleri canlandı gözünde. Oysa Hicran teyze hiç kan bağı bile yoktu ama ne kadar iyiydi...
Annesinin ölümünden sonra "ben senin dayınım" diyen biri gelmişti. Selim için yabancıydı, sadece annesinden ismini duymuştu o kadar. Selim'e Sosyal Hizmetlerden ulaşmışlar yaşı küçük ve kimsesiz olduğu için Çocuk Yetiştirme Kurumu’na götürülecekti. Dayısı; "Ben daha ölmedim. O bana kardeşimin emaneti. Bundan böyle Selim bizim yanımızda kalacak, onunla ben ilgileneceğim demiş ve Selim'in vasisi o olmuştu. Bir takım resmi işlemleri halledip, Selim'i de yanına alarak köye götürmüştü.
Köye gittiklerinde yengesi ve dört tane de kuzeni olduğunu öğrenmiş, bundan sonrası için kâbuslar yaşayacağı bir yere gelmişti. Daha ilk geldiği günden yengesi onu istememiş, "Niye getirdin bu çocuğu, anasının ne hayrını gördük de danasına biz bakalım" diye dayısına çıkışmıştı. Kuzenleri desen, bakışlarıyla onu istemediklerini hissettiriyorlardı.
Selim ilk geldiği günden istenmediğini anladığı bu evde nasıl kalacağını düşündü durdu. Sabaha kadar gözüne derin bir uyku girmemişti. Horoz seslerini duymaya başladığı anlarda, bahçeden dayısıyla yengesinin bağrışma seslerini duyuyordu. Sabah gün ışımadan uyanmışlar, tavukların ve ağıldaki hayvanların yemlerini verip sütlerini sağıyorlar, bir yandan da birbirleriyle Selim için kavga ediyorlardı.
O gece Selim'in yatağını, evleri küçük olduğu için holdeki sedirin üzerine yapmıştı. Holden kapı avluya açılıyordu. Avlunun hemen yan tarafında keçi, koyun, ve ineklerin bulunduğu ağıl, ağılın duvarının ön tarafında da tavukların kümesi vardı. Avlu çok büyük değildi, tüm kavgalarını, konuştuklarını duymuştu. Hayatının bir anda bu kadar ters yüz olmasına mı ağlasın, hiç bir yere sığmayışına mı?
Kahvaltıdan sonra dayısı bir müddet ağıla gitti ve uzun süre oradan çıkmadı. Tüm ev halkında büyük bir sessizlik vardı. Yengesi evden bir takım eşyalar avluya çıkarıyordu. Selim sessizce bir köşede oturmuş anlamaya çalışıyordu. Bir zaman sonra dayısı yanına geldi "gel bak sana ne göstereceğim" diye elinden tutup ağıla götürdü. "Bak oğlum görüyorsun ev çok küçük o yüzden sana burada çok güzel bir oda yaptım, hem daha rahat edersin. kafana göre, istediğin gibi rahatça oynayabilirsin burada "dedi, Selim gözyaşlarını tutamadı. Yumruklarını sıktı, öylece kalakaldı. Ağılın bir köşesinde hayvanlarla aynı yerde kalmaya layık görülmüştü, ne diyebilirdi ki acizdi, çaresizdi, kimsesizdi, reşit değildi.
O günden sonra ağılda yaşamaya mahkum kaldı. Okul kaydını köye alacağını söyleyen dayısı, okula da göndermemişti. Her gün o pis kokulu ağılda hayatı çürümeye yüz tutuyordu. Yengesinin azarları, kuzenlerinin alayları karşısında ağlamaktan, anne ve babasına kendisini bir başına bırakıp gittikleri için isyan etmekten başka bir şey gelmiyordu elinden. Sadece dayısı biraz ilgi gösteriyor, başını okşuyor, her gün ayran ve kuru ekmek veren yengesinden gizli gizli yemekler getiriyordu. arada ufak tefek harçlık veriyordu. Bir de tembihliyordu "aman ha yengen duymasın, ikimiz de yanarız! " diyordu.
Selim için sanki asırlar olmuş gibiydi o pis kokulu ağılda yaşamak. Yapılan kötülüklere artık tahammül edemiyordu. Hayvanların yemleri, ağılın, kümesin ve avlunun temizliğini de ona yaptırıyorlardı. Ağılda, o aileden ayrı bir dünyası olmuş, kendisini tamamen insanlıktan çıkmış gibi hissetmeye başlamıştı.
Geçen günlerin, ayların ardından artık kararını vermişti, gizlice kaçıp evine dönecekti ama bir yandan da korkuyordu, nasıl gidecekti? Bir kaç gün bunu iyice düşündü, hiç bir şey burada çürümesinden kötü olamazdı. O gece kesin kararını verdi, herkes uyuduktan sonra nihayet özgürlük coşkusuyla yola koyuldu.
Evine geleli aylar olmuştu, dayısı hiç arayıp sormamıştı bile "ben olmadığım için çok mutlulardır" diye düşünüyordu. Aslında aramadıkları için kendisi de çok mutluydu. Aç da kalsa, zorlukta yaşasa hiç değilse kendi evindeydi, özgürdü.
Aylar sonra bir sabah kapının çalmasıyla uyandı, kalkıp kapıyı açtı. Bir anda rengi attı, korkuya kapıldı, şaşkınlıkla kalakaldı. Gelen dayısıydı, kendisini götürmeye geldiğini düşündü korkuyla baktı dayısının yüzüne ama o da ne! Dayının omuzlar çökmüş, tüm bedeni yıkılmış gibi duruyor, gözleri: acının, çaresizliğin, pişmanlığın binbir rengini anlatıyordu sanki...
O halini görünce yine de içinin burulduğunu, acıdığını hissetti.
Selim oradan ayrıldıktan bir müddet sonra ağılda yangın çıkmış, tüm hayvanlarla birlikte evlerinin de büyük bir bölümü yanmış. Kendisine, ailesine bir şey olmamış ama çok zor zamanlar geçirmişler. Öyle bir bakışı vardı ki adeta "Biz bunları sana yaptıklarımız için yaşadık, Allah bizi cezalandırdı, biz bunu hak ettik " diyordu.
Selim hepten şaşkındı ama yine de çok üzülmüştü, kimse için kötülük düşünmüyordu, acı dolu gözlerle baktı dayısına artık onlar da kendisi gibi yoksul ve çaresiz kalmışlardı.
Daha sonra annesinden ona kalan paradan ilk defa bahsetti. İyice şaşırmıştı, nasıl olurdu kıt kanaat geçiniyorlardı? Babası öldüğünde patronunun verdiği paradan haberi bile yoktu.
O kadar zorluklar yaşamalarına rağmen annesi o paraya dokunmamış, Selim için saklamıştı. Dayısı daha önce neden bahsetmemişti? Başlarına gelen felaketin o yüzden geldiğini düşünmüş olacak ki şimdi günah çıkarmak istercesine, gözlerine acı ve şevkati doldurmuştu.
O günden sonra kendini biraz daha rahat hissetse de o paraya dokunamıyordu, vasisi dayısıydı. O, yine iş bulup çalışmak zorundaydı. Okumak istiyordu, Annesine söz vermişti. Bunu nasıl yapabileceği konusunda da hiçbir fikri yoktu.
Yalnız ve çaresiz kaldığı zamanlar anne ve babasının resimlerine bakar onlarla konuşurdu. Yine onlarla konuşurken, kapının zili çaldı. Gelen Hicran teyze idi. Selim'den alışverişe gitmesini istiyordu, bunun için para ve liste verdi. Zaman zaman alışverişi ona yaptırır özellikle eline fazla para verir, para üstünü almazdı. Böylelikle onu incitmeden harçlık vermiş olurdu. Aldıklarının bir bölümünü de ona bırakırdı.
Selim alışverişi yapıp geldikten sonra, Hicran Teyze "gel evladım içeri gir, biraz konuşalım, dertleşelim seninle" diyerek içeri çağırdı. Selim ne zaman buraya gelse mutlu bir aile olma hissini yaşıyor, çok keyifli vakitler geçiriyorlardı. Birlikte aldıklarını yerleştiriyor, Hicran teyzenin o nahif ama titreyen sesinden şarkılar dinliyor, zaman zaman oda eşlik ediyordu. O gün de aynı şekilde çok güzel dakikalar yaşadılar birlikte Hicran teyzenin yaptığı kurabiyelerden, böreklerden hazırladılar. Çaylarını da alıp masaya oturdular.
Hicran teyze Selim'in ellerinden tutup, "bak evladım seninle bu gün ciddi bir konuyu konuşmak istiyorum." dedikten sonra biraz durdu, gözlerinin içine şefkat dolu bir bakışla baktı, yutkundu derin bir nefes aldı. Belli ki söylemekten de sıkıntı duyuyordu ama söylemeliydi. "Selim'ciğim sen akıllı, zeki, çalışkan, aklı selim bir çocuksun. Senin ziyan olup gitmene gönlüm razı olmuyor. Derslerinde çok başarılıydın, rahmetli annenin en büyük hayaliydi senin okuyup iyi bir meslek sahibi olman, kariyer yapman. Bak evladım okula da gidemedin," Selim sözünü kesip araya girdi "Önümüzdeki dönem ne olursa olsun okuluma devam edeceğim teyzem. Ben de okumak istiyorum, bırakmadım ki bu sene böyle oldu ama önümüzdeki dönem ne olursa olsun okuluma devam edeceğim"
"Tamam, tamam oğlum bir dur, dinle beni, ben senin iyiliğini düşünüyorum, sakın kızma bana," dedi.
Biraz durdu, yorgun sesini dinlendirmek için derin bir nefes aldı, devam etti: “Sen de benim bir evladımsın, seni oğlumun yerine koydum ama benim bir ayağım çukurda. Senin için endişeleniyorum. Bu yaşında bir başına bu dünyanın kötülükleriyle baş edemezsin, harcanırsın, ziyan olup gitmene gönlüm razı değil. Hadi gel arayalım Sosyal Hizmetleri, güvencede olursun, okuluna gidersin. A evladım böyle olsun ben de istemiyorum elbette ama buna mecbursun. Bak neler geldi başına bu son birkaç ay içerisinde.”
derken gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı, Selim de ağlıyordu.
"Dayın seni götüreceğini artık sana aile olacağını söylediğinde, senin için çok sevinmiştim. Ne bilirdim kansızın biri çıkacağını. A evladım, bana tamam de arayayım Sosyal Hizmetleri, bak senin iyiliğin için zaten şurada dört yıl çok değil. Hiç değilse güvenli bir yerde olursun ama dört yıl burada bir başına kalman için uzun bir süreç. Güvenli yerde olursan daha çabuk geçer zaman. Arkadaşların olur, okuluna devam edersin, derslerine çokca çalışıp, üniversiteyi de kazandın mı, gel evine istediğin gibi üniversiteni oku. İş bulup çalışırsın da kimseye eyvallahın olmaz o zaman. A evladım hadi daha fazla üzme beni, arayalım Sosyal Hizmetleri."
Selim iki gözü iki çeşme ağlarken Hicran teyzenin söyledikleri de doğru diye düşündü içinden ama bilmediği o yerde ne yapacaktı. Burada evindeydi, annesinin hatırallarıyla dolu evinde...
Bir müddet sessizlik oldu. İlk sessizliği bozan Hicran teyzeydi "Çaylarımız da soğudu. Dur ben yenisini doldurayım sıcak sıcak içelim. Hadi evladım yesene kurabiyelerden, bak bu böbreklerden de al, çok güzel" diyip tabağına börek koydu. Selim'in iştahı kaçmış, boğazında bir düğüm olmuştu. Yutkunuyordu ama geçmiyordu, sanki yutkundukça düğüm büyüyordu. Neredeyse nefessiz kalacağını hissetti ama haksız değildi Hicran teyze diye düşündü.
Çaylarını içip kurabiye ve çöreklerden yerken uzun bir sessizlik oldu. Selim'in bu arada kafası allak bullak olmuştu. Bu kararı vermek hiç kolay değildi.
Bir ara kapının zili çalınca, Hicran teyze kapıya baktı, üst kattaki komşu, balkonundan çamaşır asarken aşağıya düşürmüş, Hicran teyzenin balkonunda çamaşır ipinin üzerinde takılı kalmış, onu almaya gelmişti. Selim mutfak masasında otururken seslerini duyuyordu. İçeri davet etti "gel yavrum biz de Selim'le oturuyoruz, çay içiyoruz, gel bir bardak çay iç, gidersin yine" diyordu. Komşu Selma Hanım geldi, Selim'e göz ucuyla bakıp "merhaba" dedikten sonra oturdu. Kadının garip ama biraz tedirgin, huzursuz bir hali vardı, buna anlam verememişti. Bir bardak çayını içerken, havadan sudan sohbetler edip, düşen çamaşırını alıp gitti.
Ertesi gün öğlene doğruydu, Selim binadan gelen kalabalık sesleri, telsiz sesleri birbirine karışmış bir gürültüyle uyandı. neler oluyordu?
Anlamak için pencereden dışarı baktı, Polis arabalarını, kapı önündeki kalabalığı görünce şaşırmıştı. Babasının ölüm haberinin geldiği günü hatırladı, kalbi yerinden çıkacak gibi hızlı çarpmaya başladı, tüm vücudunu ince bir sızı kaplamıştı. Hemen dışarı fırladı, kalabalığa ne olduğunu sordu. Hicran teyzenin evine hırsız girmiş ve onu yastıkla boğarak öldürmüştü. Acı ile bir çığlık attı, ağlamaya başladı. O an komşu Selma Hanım polislere dönerek; "bu yaptı, kesin bu yaptı. Dün onun evinde gördüm," diyordu, "zaten bundan başkası da girmiyordu onun evine" diye devam edip, çirkefce bağırıyordu.
Selim neye uğradığını şaşırdı. Onu neden öldürsündü. O büyükannesi gibiydi, ondan başka kimse kendisiyle ilgilenmiyordu. Polisler apar topar Selim'i götürdüler, ne kadar ben yapmadım dese de inanmadılar. Tüm komşuların ifadesi; evine sadece Selim'in girip çıktığı yönündeydi. Olayın olduğu gün de yine Selim oradaydı.
Yapılan incelemelerde de evde sadece Selim'in parmak izlerine rastlanmıştı. Böyle olması çok normaldi, her işinde yardım ederdi Hicran teyzeye ama kimse ona inanmıyordu, inanmak istemiyordu. Selim tutuklanarak çocuk cezaevine gönderildi. Bundan sonra daha kara günler görünüyordu onun için.
Acımasız insanlar, acımasız hayat, kirli dünya; onu kendi kirine bulaştırmıştı. Katil, hırsız damgası ile adını, pisletmiş, bedenine karabasanlar çökerterek, sürekli dibe çekiyordu. Ruhunun da bu pislikler içerisinde temiz kalması mümkün müydü?
Bu yaşında hiç işlemediği bir suçtan bedel ödemeye mahkum edilmişti. Bu neyin cezasıydı da bunları yaşıyordu?
Sürekli; aç kaldığı gece sokakta karşılaştığı adamların söylediği sözler yankılanıyordu beyninde...
"Adaletin olmadığı yerde masum da yoktur, masum olamazsın, masum kalamazsın." Sözleri çılgınca beynini kemirirken; Islahevinin o soğuk duvarlarına karaladığı dizeler, yüreğinde, iç dünyasında yaşadıklarını, acı çıplaklığıyla yansıtıyordu:
“Hani benim gökyüzüm,
Alkımım, hayallerim mavice?
Geçtim gülüşlerimden,
Yaklaşamadım tebessümlerime.
Geri verin!
Yolunmuş teleklerimi.
Kanatsız kuş misaliydim,
Şimdi umutlarım da kafeste...”
Artık kanatsız bir kuş bile değildi.
Kendisine kol kanat olmuş, onun için üzülebilek tek kişinin de katili saymışlardı...