MENZİLE VARMADAN
Kasaba ve şehir arasındaki gidiş gelişlerinde çok bindin bu otobüse. İlk bindiğin günkü gibi uğurlu saydığın koltuk numarası aynı, pencerede akan manzara aynı, yolcular değişse de muavin hep aynı. Bir sen değişiyorsun zaman içinde. Başında üç köşesi ibiklenmiş yeni kasketin, gür kaşlarının gölgesine gömülmüş ve pırıl pırıl gülümseyen bir çift gözünle geleceği koynunda taşıyorsun yel yeperek. Aynı zamanda yağız bir delikanlısın. Bedenine sığmayan ışığını otobüsün içine dolduralı şurada kaç sene oldu? İçinden hesapla. Dört sene mi yoksa beş mi? Daha ilk binişinde yıldızlarınız barışıyor, yan taraftaki boş yolcu koltuğuna oturup samimiyet kuran muavinle. Öyle içtensin, öyle samimi. Dün gibi.
Gazeteyi ne çok yıpratmışsın, kaç kez okuduğunu bilmiyorsun. Çiçeklenmiş umutlarını yükler uçururdun kanadı olan tüm mahlukata. Gelecek günlerin sıcaklığına sığınırdın sonra. Tatlı hayallere dalıp da zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığın günler. Şimdi dakikalar geçmek bilmiyor değil mi? Ah bir varsan o soysuzların yanına da galebe çalsan kadere. Tek bir ereğin var hayatında artık. Ne sevdiğinle yapacağın düğün ne kardeşlerini okutup büyük adam etme hevesin ne yaşama sevincin… Hepsi birden kanatlanmış, ürkmüşler yüreğine zamansız düşen kederinden, göçmen kuşlar gibi sıcak yüreklere yola çıkmışlar. İçinde yanan ateşinin dumanı bir urgan gibi gökyüzüne ulaşmış da, kapkara bulutlarla doldurmuş gelecek günlerin güneşini söndürmüş. Buz gibi olmuş elin ayağın. Ömrüne atılan keskin çentikler, deste deste bağlanıyor hatıralarında.
Gazete hışırdıyor, katlıyorsun yeniden iz yerlerinden.
Kaptanın tam arkasındaki iki numaralı koltuktasın, uğurlu numaranda yine. Muavin, elinde tuttuğu kutudan bir paket keki ve küçük kutu meyve suyunu uzatıyor. Sonra dikiz aynasını da kontrol ediyor, göz altından çevresini süzüp bir kek bir meyve suyu daha ekliyor ikramlığına.
“Şavkı ağabey çok zayıflamışsın vallahi. Yoksa sana iyi bakmıyor mu evdekiler?” diyor.
Dudakların tutmayı beceremediğin bir gülümsemeyi yanıt olarak sunuyor muavine.
“Düğün ne zaman?”
Yine düzeltilmesi gereken bir hata gibi yüzüne yakışmayan bir gülücük.
“Neyse.” diyor muavin. “Şu dağıtımı yapayım da halleşiriz sonra. Yolumuz uzun nasıl olsa.”
Ne diyeceksin ki konuşsan? Neredeyse dört seneyi aşkındır gidip geliyorsun şehre. Mihriban, beklemekten yakınmaz ama kasabada bir kız bu kadar uzun süre nişanlı kalamaz. Elin ağzı torba değil ki, büzesin. Sonunda nişanı atıyor babası. Haksız da sayılmaz. Kızmıyorsun, kızamıyorsun, kızmayı hak görmüyorsun kendinde. Sen de olsan öyle yaparsın çünkü. Derin bir iç geçiriyorsun. Sıkıntıdan köşeleri yıpranmış, güneşe rengini vererek solmuş kasketini sıyırıyorsun başından. Karmakarışık kıvırcık kuzguni bir dalgalanmayla sakalınla birleşmek için dağılıyor saçların.
“Ah oğlum be. Ne çabuk bıraktın kendini.”
Yan koltuktaki yaşlı adama bakıyorsun.
“Baba.” diyorsun usulca.
“Bu yolculuklar yordu seni. Biraz dinlenmelisin.”
“Evet haklısın, dinleneceğim yakında. Yapacak hiçbir işim olmayacak.”
“Aklından geçenleri doğru anlıyorsam vazgeç yiğit oğlum bu sevdadan. Kötülükten bir şey umulmaz.”
Bir ev kurmaya yetecek kadar para biriktirir biriktirmez, düğün hazırlıklarına başlayacaktın hani. Köyden ayrılmak daha bir zor gelmişti o aralar. Hiç gitmek istemediğin bir yer artık baba ocağın, yabanıl.
Şimdiye dek kime kötülük düşündün? Herkesi, her şeyi, canlıyı cansızı sevmemiş miydin? Şehirde bir iş tutup annene, karına iyi bir hayat yaşatmak değil miydi amacın? Her türlü riyaya, yalana kapalı değil miydi yüreğin? Babanın kaybolduğunu öğrendiğinde arayıp bulmak için izin istemedin mi patronundan?Halanın oğlu Behsat’ı getirip kendi yerine geçici olarak baksın diye işe yerleştirmedin mi? Kimin tavuğuna kışt demiştin?
Düşüncelerini okumuşçasına baban, şefkatle bakıyor sana.
“Ben dediydim oğlum. Git kendini kurtar, geri dönüp ardına bakma deyi. Merhametli olduğundan bu günlere düştün. İnsanoğlu çiğ süt emmiş.”
“Ya sen baba? Anam ne dediyse yapmadın mı? Ona hep minnet duymadın mı? Bilirdim sen yerini yurdunu terk etmeyi aklından bile geçirmezken, o istediği için malı mülkü satıp şehre göçmeyi bile kabul etmedin mi? Anam yalnızca sana değil hepimize kıydı. Cenneti değil cehennemi serdi ayaklarının altına.”
Kasketini başına geçirmeden önce sanki kirliymiş de tozunu arındırmak için silkeliyorsun.
“Ne kadar aradım seni biliyor musun baba? Şehirde karakol, hastane, virane, taş dibi kalmadı aramadık. Aylarca deli divane oldum. O günlerdebibimlere uğradım, belki nenemi görmeye onlara gittiğini umarak. Hepsi duymuş kaybolduğunu, onlar da meraktalar. Sabah yataktan kalkamayınca beni hastaneye yetiştirmişler. Ciğerlerim bitmiş. Verem olmuşsun dediler. Sanatoryuma yatırdılar. Doktorlar bile derman olamadılar bana. Her sabah yaşananların düşümde gördüğüm bir kâbus olmasını umarak uyandım.”
Sözün burasında duruyorsun bir süre.
“İşte o zaman geçti elime bu gazete. Yatağımdan ok gibi fırlayıp kendimi dışarı attım. Baba, sana, senin gibi bir insana nasıl kıydılar? Halamın oğlu Behsat’la bir olup …”
Boğazındaki düğüm devam etmene engel oluyor. Ciğerlerin sökülürcesine öksürmeye başlıyorsun. Katlarını özenle açtığın gazeteyi gösteriyorsun babana. Başını pencereye çeviriyor, bakmıyor baban. Sonra camdaki buğuda yansıması yavaş yavaş eriyor.
Muavin, tüm yolcuları dolaşmış, geliyor. Yüzünde gamsız bir gülümseyişle babanın yerine oturuyor. Çehreler birbirine karışıyor. Bir baban oluyor görüntü bir muavine dönüşüyor.
Kucağında iki paket kek ve meyve suyunu bıraktığı gibi bulunca şaşırıyor muavin. Sayfaları açılmış bir gazeteyi tutuyorsun hâlâ.
“Şavkı abi, yememişsin hâlâ. Açlıktan ölmeyi mi hedefliyorsun yoksa.” diyerek omuzuna vuruyor dostça.
Tutunamıyorsun daha fazla, gücün tükeniyor, yana devriliveriyorsun. Muavin, bir süre ciğerlerine hapsettiği nefesini bir çığlık eşliğinde boşaltıyor. Yolcular, korkuyla irkiliyorlar. Oysa artık dinginsin, tüm düşüncelerin gibi kaygıların da otobüsün arkasında kalan yol gibi karanlığa gömülüyor. Kaptan otobüsü kenara çekiyor. Çok geçmeden polisler olay yerine geliyor. Gevşemiş ellerinden aldıkları gazeteyi yüzüne kapatıyorlar, adli tabibi beklerken. Belindeki silahını bir poşet torbanın içine koyuyorlar, tek kurşunu bile eksilmeden.
Anlamsızlık dünyanın temeline gelip yerleşiyor senin için. Yer yer yırtılmış, kırışmış gazete sayfasındaki haberi belki ellinci kez okur gibi yatıyorsun yerde.
"Çeltek Köyünde vahşet. Kayıp olduğu bildirilen ve uzun süredir aranan talihsiz adamın hazin sonu. Görümcesinin oğlu ile yasak aşk yaşayan kadın, kocasını baltayla öldürdü. Sonra da adının Behsat olduğu öğrenilen aşığıyla beraber bahçeye gömdüler. Üzerine de bostan ektiler. Yasak aşkın tarafları olayla ilgili birbirini suçladı. Tutuklanarak…"