MAKBER’İ DİNLERKEN / ABDÜLHAK HAMİT TARHAN
Loş bir oda…
Her şeyin geçmişin izlerini taşıdığı, zamanın nasıl da acımasızca geçtiğini anlatan ve sessizlik içinde bir oda bu... Işığın en hafif dokunuşu, odanın köşelerine vurup geri çekiliyor.
Gözleriniz alıştıktan sonra ise, oda yavaş yavaş kendini belli ediyor. İçeriye güç bela sızabilen güneş ışığının kılavuzluğunda, odanın zemininden yükselen toz zerreciklerini görebilmek mümkün. Her köşede yılların anılarını saklayan eski mobilyalar var; hepsi eskimiş ama bir o kadar da korunmuş. Üzerindeki cilası, boyası hâlâ solmamış, ne de olsa zamanında özenle bakılmış, temizlenmiş, bir daha kullanılmak üzere de saklanmış…
Bir masa…
Kenarlarında hafifçe yıpranmış dört sandalye; ötede bir kitaplık…
Hepsi bir zamanlar şık ve zarif bir evin gururu olmuş parçalar...
Şimdi ise birer anı, birer eski dost gibi, yavaşça giydirilmişler zamanın gölgesine…
Odanın bir köşesinde, yıllar öncesinin müziğini ta o günlerden bugüne hâlâ taşıyabilen bir gramofon var. Siyah, klasik bir gramofon; kocaman bir hoparlörün içinden sesin yankısını yansıtarak, geçmişin melodilerini odaya getiriyor. Taş plak yavaşça dönüyor.
Gramofonun iğnesi, taş plak üstündeki incecik yivlerde aradığını bulmaya çabalarken can havliyle cızırdıyor, o an sanki zaman bükülüyor; bir başka çağdan gelen bir tını doluyor her köşeye:
“Her yer karanlık
Pûr nur o mevki
Mağrip mi yoksa
Makber mi Ya Rab?”
Abdülhak Hamit Tarhan’ın o acı dolu, derin anlamlı şiiri... “Makber” çalıyor. Eşi Fatma Hanım’a yazdığı bu şiir, her bir kelimesiyle zamanla birbirine örülen hüzünlerin bir yansıması... Yavaşça yükselen melodisi odanın içinde kayboluyor, duvarlarda yankılanıyor, her tınıda geçmişin ağır bir adımı var. Şarkı, sanki duyguların tüm yükünü biriktirmiş, yıllar önceki o acı dolu anları tekrar tekrar hatırlatıyor.
Odanın havası taze bir hafıza gibi ağır; ama sakin. Bir zamanlar bu oda da canlıymış, zamanında burada sesler, kahkahalar, belki de hüzünlü fısıldamalar yankı yaparmış. Ama şimdi, sadece eski bir gramofonun inceden çalan notaları ve zamanın yavaşça erittiği duvarlar kalmış. Odanın her köşesinde bir şeyler saklı, bir şeyler var ki gözlerinizin önünden kayıp gitse de varlıklarını her an hissediyorsunuz. Her şey sanki bir dönemin sonu, bir başka zamanın başlangıcı gibi.
Ve o duvarda asılı eski fotoğraflar…
Yüzlerce anı…
Yılların da ötesinden bakıyorlar size. Gözlerindeki derinlik, sanki geçmişi bugüne getiren bir köprü gibi... Tüm bu eski eşyalar ve bu odanın içinde yankı bulan melodiler, geçmişin kırık dökük ama bir o kadar da değerli parçalarına dair bir hüzün yaratıyor.
Tüm bunlar, bir zamanlar burada yaşamış olanların anılarına, onların dokunuşlarına, kahkahalarına ve hüzünlerine dair ipuçları bırakıyor. Odanın karanlık köşesinden bir zamanlar odanın içini tümden saran ruh, şimdi sanki sadece o eski gramofonun etrafında dönüp duruyor, “Makber”i bir kez daha, bir kez daha dinliyor, Abdülhak Hamit Tarhan’ın derin acısının gölgesine sığınıyor.
1852 yılında, köklü ve ulema bir aileye ait olan, Bebek’teki o Hekimbaşı Yalısı’nın sabah sessizliğini yırtan ilk çığlıklarıyla dünyaya gözlerini açar, Abdülhak Hamit Tarhan… Babası tarihçi ve diplomat Müverrih Hayrullah Bey, annesi ise Kafkasya’dan kaçırılan bir cariye olan Münteha Hanımdır. Doğduğunda küçücük olan bebek, ileride o küçüklüğüne inat, Türk edebiyatının “Şair-i Azam”ı olacaktır, kaleminden kâğıda akan kelimeleriyle...
Ailesinin varlığı sayesinde okullar yerine evde özel hocalardan eğitim alacaktır Abdülhak… Biraz kabına sığmaz, biraz da haşarı geçen ilk gençlik yılları sonrası Paris’te de yaşayacak, Fransızcasını o kadar ilerletecektir ki döndüğünde Türkçeyi unuttuğunu da fark edecektir. 1874 yılında, sonrasında uğruna Makber’i yazacağı eşi Fatma Hanım ile evlenen Abdülhak Hamit Tarhan, 1883 yılında Bombay/Hindistan Konsolosluğu’na atanır.
Verem hastalığına yakalanan eşine Hindistan havasının daha iyi geleceği düşüncesiyle bu görevi kabul eder, onunla beraber Bombay’a gider. Eşinin hastalığının geçmemesi ve de giderek kötüleşmesi üzerine İstanbul’a dönmeye karar verir Abdülhak Hamit… Dönüş yolunda Beyrut’a vardıklarında durum daha da kötüleşince bir süre orada kalırlar; ancak 1885’te Fatma Hanım hastalığa daha fazla direnemez ve Beyrut’ta ruhunu teslim eder.
Beyrut’ta defnedilen Fatma Hanım’ın mezarı, artık Abdülhak Hamit için aralıksız her gün gidilip saatlerce başında ağlanılan bir durak olmuştur. Hindistan’dayken başladığı ve tamamı 294 kıta ve 2252 dizeden oluşan “Makber” şiirini işte bu kırk günlük ziyaretinde tamamlamıştır Abdülhak Hamit…
“Sanat, sanat içindir” düşüncesiyle eserler veren ve birinci üstadı olarak Namık Kemal’i; ikinci üstadı olarak da Recaizade Mahmut Ekrem’i işaret eden büyük usta, “Makber” şiiriyle edebiyatımıza “metafizik ürpertiyi getiren şair” olarak anılmaktadır. Daha sonra Belçika Büyükelçiliği görevinde de bulunan Abdülhak Hamit, 1912 yılında 60 yaşındayken, bu kez Belçika’dayken tanıştığı ve kendisinden 42 yaş küçük Lüsyen’le evlenir.
Eşiyle beraber Maçka Palas’taki evlerinde uzun yıllar yaşarlar. 12 Nisan 1937’de hayata gözlerini kapayan Abdülhak Hamit Tarhan, kendisini ve eserlerini seven, saygı duyan Atatürk’ün talimatıyla Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilir. Kendisi bu mezarlığa gömülen ilk kişidir. Daha sonraları eşi Lüsyen de ölünce aynı mezarlığa; Abdülhak Hamit’e yakın bir mezara gömülecektir.
Abdülhak Hamit Tarhan, Tanzimat dönemi Türk edebiyatında belirginleşen “eski -yeni” sancısı bağlamında divan şiirini gerek biçim gerekse içerik açısından “kesin bir dille” reddeden ilk önemli sanatçıdır. Hamit, Türk şiirinin kendine özgü bir kimlik kazanması gerektiğini her fırsatta dile getirmiş, bunun en somut örneklerini de kendi eserlerinde vermeye çalışmıştır. Özellikle vezin ve kafiye konusunda divan şiirinin getirdiği tüm sınırları reddederek serbest bir tavır sergilemiştir. Örneğin; beyit hakimiyeti onun şiirinde tamamen kırılmış ve anlam takip eden alt dizelere kadar yayılmıştır.
Batı şiir biçimlerini kullanmış, sanatı gölgeleyen ve sınırlayan tüm kuralları, geleneksel ilkeleri reddetmiştir. Abdülhak Hamit Tarhan, özellikle tiyatro alanında Tanzimat kuşağının en üretken kalemi olarak Türk edebiyatı tarihine adını yazdırmıştır.
Doğrudan doğruya ilhama bağlı bir şair olan Hamit, şiir ve piyeslerinde dağınık bir tarzda da olsa aşk, tabiat, yer yer cemiyet meseleleri, gündelik hayatın bazı problemleri, tarih, vatan duygusu ile insan, Tanrı, ölüm, ahiret, ruh ve kıyamet gibi çeşitli dini ve metafizik konuları işlemiş, bazı eserlerinde ise devrin aktüel meselelerini tarihi olaylarda ve geçmiş devirlerde arama yoluna gitmiştir.
Olur da yolunuz bir gün İstanbul’a düşerse, yolunuzu uzatıp da mezarını ziyaret edin “Şair-i Azam”ın… Zincirlikuyu Mezarlığı’nda bir köşede, uzun servi ağaçlarının gölgesinde ve gösterişsiz bir mezarda yatarken göreceksiniz onu… Baş ucunda; mezar taşında şu yazılıdır:
“Bu taş cebinime benzer ki aynı makberdir,
Dışı sükut ile zahir, derunu mahşerdir.”
Kim bilir, belki de yazımın başında bahsettiğim o taş plak, o loş odada hâlâ Makber’i çalıyordur da; odadan taşan o inleyen nağmeler, rüzgarın sırtına binip de ta Beyrut’a ulaşır…
Nereye mi?
Tabii ki mezar taşında:
"Ey ziyaretçi, işte şu gördüğün yere Abdülhak Hamit'in nur-i dide zevcesi Fatma Hanım'ı defnettiler. Merhume, Pîrizade hanedanından bir yetim idi. Bahar-ı ömründe veremden gurbet elde öldü. O vücud-ı hüzn-nümûn şimdi senden bir Fatiha ister" yazan Fatma Hanım’ın mezarına…
17 Nisan 1937’de dünyadan göçen Büyük ustanın anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. Ruhu şad olsun.