BİYOGRAFİ
Giriş Tarihi : 31-10-2025 17:27   Güncelleme : 31-10-2025 19:41

Dadaloğlu'nun Mistik Yolculuğu  / Suna Türkmen Güngör

Hazırlayan: Suna Türkmen Güngör -DADALOĞLU'NUN MİSTİK YOLCULUĞU 

Dadaloğlu'nun Mistik Yolculuğu  / Suna Türkmen Güngör

DADALOĞLU'NUN MİSTİK YOLCULUĞU

Bir ses vardır…

Yüzyıllar geçse bile susmaz.

Ne bir köyde doğar ne bir şehirde ölür. O ses, bir halkın gönlünden yüzyılları aşırır. 

Bir zamanlar dağların taş yüreğinde bir ozan yükselmişti:
Dadaloğlu…
Kelimeleri kılıç, susuşu isyandı.
"Ferman padişahınsa dağlar bizimdir" dediğinde, sadece bir halk değil, bütün insanlık derin bir nefes aldı. Çünkü onun sesi, adaletin, onurun ve özgürlüğün sesiydi. Ve bugün bizler o sesin izinde sazın ucundaki hakikati, sözün derinliğini ve gönlün direncini hâlâ görüyoruz.

Dadaloğlu’nun mistik yolculuğu, Avşar obalarının göçüyle başlar.
Rüzgârlar eser her gece o dağların gölgesinde; bir adam, yürür karanlıkta, kır atına binerken şehirlerin soğuk ışıltısını ardında bırakıp.

İşte senin adın Dadaloğlu...  Kulaktan kulağa dolaşan bir efsanedir. İsmi, sözünün mertliğinde ve sazının telinde duyulur.

Kuşaktan göğe uzanan bir soy olan Avşar’ın çocuğudur Dadaloğlu. Bir zamanlar Oğuzların 24 boyundan biri olan Avşar’ın çadırlarında doğan bir çocuk; "Adı Veli" der kimileri, başka anlatılar Ali ya da Mustafa.

Zamanın tozlu takvimlerinde tarih yok denecek kadar siliktir; tahminler 1780’ler ya da 1790’lar…
Dağlarla göç yollarıyla büyüdü. Atın nal sesinde dirilik, göç yollarında öfke öğrendi.

Birçok kaynaklar bu bilgiyi destekliyor: Gerçek adı ve doğum tarihi kesin değildir. 18. yüzyılın son çeyreğinde doğduğu görüşü yaygındır.

Bir efsane der ki:
Çadırında uyuyan bebeğin rüyasında Toros’un zirvesi görünür, sabah uyandığında gözlerinde dağ yeli, dizlerinde toprak izi vardır.

Göç, istila ve ataların sesleri yaşamı boyunca Dadaloğlu ile birlikte göç yollarının göğünde dolaştı; yaylalar, vadiler, dağlar onun mısralarının ilham kaynağı oldu. Kışın karla örülen vadiler, yazın güneşte tüten bozkırlar onun şiirinde nefes aldı.
Göç, sadece yer değiştirme değildi Dadaloğlu için. Ruhunun sürekli arayışıydı.

Bir gece, ay sessizliğini bozkıra serdiğinde Dadaloğlu sazını göğsüne bastı; teller değil, kader titredi o anda. Her nağme göç yolunun izi her söz bir dağın kalp atışıydı. Çünkü o bilir ki bazen insan susar, dağ konuşur onun yerine.

Bir zaman geldi Devlet, göçebe Avşarları yerleştirmek istedi;
Toprak, ev ve sınırlarla bu kadim hareketli yaşam daraltılmak istendi.

Bu dönem Avşar’ın al vur devri olmuş Zamantı’nın rüzgârlarını bile susturmuştur. O zaman ki dağların alnında göç yolları yara izi taşımaya başlamıştır.

Avşar’ın yüreği, rüzgârla savrulan keçe çadır kokusuyla atardı o vakitler. Zamantı Çayı, gündüzleri gümüş bir yılan gibi kıvrılır, geceleri Ay’a mektup taşırdı. Çukurova ise geniş bir ana kucağıydı onlara. Hem doğurur hem yitirirdi evlatlarını.

Avşar oymağı, o yüzyılın küf tutmuş yüreğinde, yoksul ama onurlu bir duruş sergilerdi.
Dertle parlatılmış bir cevher gibi elleri nasır, gözleri berraktı.
Onlara bakan, yaşamlarını inceleyen yabancı seyyahlar,
"Bu millet ölüyor." derlerdi,
fakat ölümleri bile asildir. Kimse bilmezdi, o ölüm denen şey biraz toprak kayması biraz göç hasretiydi.

Devletin fermanları savrulan yapraklardı. Her biri yerleşin diye haykırırken Avşar’ın yüreği dağla göç arasına sıkışmış bir kuştu. Kanadını kesersen türküsünü kaybedersin.

Zamantı’nın kıyısında bir gün,
atların gözlerinde yıldızlar yanarken onlar kızıl ufka bakıp;

"Bu dağlar bizim yüreğimiz, nefesimiz" diyordu.

Sabahın erkeninde Fırka-i Islahiye geldi. Demir çizmeleriyle mühür kokan fermanlarıyla. Göğün mavi defterine Avşar’ın kaderini yazdı.

Bir kısmı direndi bir kısmı razı göründü fakat hepsi de aynı türküyü söyledi:

"Dağlar bizimdi, şimdi taşlar bile misafir."

Yaylaklarda yerleşmeye söz verdiler. Fakat bir sabah uyandıklarında dağ rüzgârının sesine karışan yabancı ninniler duydular. Kafkas’tan göçen Çerkesler, Avşar’ın nefesini paylaşıyordu artık. Toprak dar, gökyüzü yorgundu. Her evin bacasında bir içli ağıt dumanı tütütüyordu:

"Bizi dağdan indirdiler ama dağ hâlâ içimizde." diyorlardı ağıtlarında.

O gün Dadaloğlu, göğsüne bastırdığı sazıyla Zamantı’nın suyu kadar serin bir türkü söyledi. Ne tam isyandı bu ne tam razı oluş. Bir kaderle dans etmekti, bir halkın iç çekişini mısraya dökmekti. Rüzgârın günümüze kadar taşıdığı o ses:

"Ferman padişahınsa dağlar bizimdir." diye hâlâ dolar gönlümüze. 

Tarih bazen kılıçla değil, kelimeyle yazılır. Dadaloğlu’nun dili, demir kadar keskin, su kadar arıydı. Her dizesi, bir yaranın şiirle kabuk bağlamasıydı.
Çünkü o, kelimelere değil,
adalete saz çaldı.

Bu söz ne bir meydan okuma ne de teslimiyet. Bir varoluş tılsımı, tarihin kalbine kazınan son bozkır duasıydı.

Böylece, Avşar’ın masalı bitti sanıldı. Oysa bitmedi. Çünkü hâlâ her türkünün içinde, içli bir ağıt kadar yakın bir ses duyulur:

"Biz o al vur devrinden kalan gölgeleriz." diye haykırır.

Dadaloğlu, sazıyla karşı koydu bu fermana:

"Ferman padişahın, dağlar bizimdir." 

Bu dize bir savaş bildirisi değil, toprağa yazılmış bir ağıttır;
Hükmün sultasını ilan edenlere, dağların ismini hatırlatan bir sözdür.

Muharrem Ertaş'tan çoğunlukla dinlediğimiz bu Türkünün adı "Kalktı göç eyledi Avşar elleri" olarak bilinmektedir. Bu türkü halk arasında en çok bilinen ve en sevilen bozlaklarından biridir. Halk edebiyatında koşma olarak nitelenen şiir türlerinden koçaklamanın karakteristik bir örneğidir. Türküde: yiğitlik, cesaret, haksızlık yaptığı düşünülen yöneticilere karşı bir meydan okuma vardır.

KALKTI GÖÇ EYLEDİ AVŞAR ELLERİ

Kalktı göç eyledi Avşar elleri,
Ağır ağır giden eller bizimdir.
Arap atlar yakın eder ırağı,
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir.

Belimizde kılıcımız kirmani,
Taşı deler mızrağımın temreni.
Hakkımızda devlet etmiş fermanı,
Ferman padişahın dağlar bizimdir.

Dadaloğlu'm birgün kavga kurulur,
Öter tüfek davlumbazlar vurulur.
Nice koçyiğitler yere serilir,
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir.

Şiirin Analizi:

Ferman padişahın dizesi: Dünyevi otoriteyi, dağlar bizimdir ise doğanın, insanın ve kaderin karşı konulmaz özgürlüğünü temsil eder.

Burada dağ, sadece bir coğrafya değil, bir varoluş mekânıdır. İnsanın içindeki baş eğmez yanın sembolüdür.
Her dize, sanki toprağa değil göğe çakılmış özgürlük narasıdır. 

Dadaloğlu bu şiirle, halkın suskunluğuna ses, yeryüzüne adaletin haykırışı olmuştur.

Gidenler geri dönmedi
ama asırlar hep aynı türküyü söyledi. Boz toprakta nal izleri silinse de dillerde hâlâ ezgileri söylenir. O ezgi, Dadaloğlu’nun sesidir, yüreği dağla bir atanların nefesi...

Bir öykü şöyle anlatılır:
İskâncılardan gelen elçilerle yüz yüze geldiğinde sazını sessizce tıngırdatmış, elçi sormuş: 

"Söyle bakalım, bu dağlarda senin işi ne?"

O da demiş ki: “Ben göç edenin göğüs çilesini taşırım, toprağın ezgisini söylerim.”
Elçi susar uzaklara bakar.
Dağlardan bir meltem eser sazın teli titreşir ve orada durur zaman. Dağların ismi dudaktan  kulaklara akar.

Bir masal der ki:
Ölüm zamanı geldiğinde Dadaloğlu’nun ruhu dağların zirvesine çekilir; sazı taşların dibine iner, her sabah rüzgâr tellerinde onun dizesini çalar:

“Ferman padişahın, dağlar bizimdir.”

Gerçek mi efsane mi hiç ayrılmaz; çünkü onun şiiriyle efsane birbirine girmiştir.

Direnişin İzinde, onuru dağlarla özdeşmiş kalp atışında yaşayan Dadaloğlu’nun adı bir tarih boyunca yaşamış, her dağ geçidinde her göç yolunda her saz telinde hâlâ titreşmektedir. Onun sözleri destanlarla yol almıştır. Direncin, isyanın, sevdanın ve toprağın sesi olmuştur.

Göç yollarında savrulan gençler,
Atının nal izleri de tüten tozları  izlemiş, sazının tellerine kulak vermiş, onun türküleriyle dirilmiş, onun sözleriyle umutlanmışlardır.

Her çağ kendi fermanını yazar
ama her çağın da bir Dadaloğlu'su vardır. Zaman geçer, padişahlar unutur; dağlar ise unutmamayı bilir. Çünkü o ses hâlâ oradadır
taşın hafızasında, rüzgârın alnında, insanın içinde.

Edebi Kişiliği:

Dadaloğlu, halk şiirinde bir dönüm noktasıdır.
Göçer bir halkın kimliğini, haksızlıklara  başkaldıran bir bilince dönüştürmüştür.
O; sazı silah, sözü kalkan, türküyü adalet yapmıştır.

Edebî kişiliği lirik bir başkaldırıya dayanır. Ne destan kadar soğuk ne ağıt kadar yanıktır. Onun şiiri, iki uç arasındaki kutsal öfkedir.
Bazı sözlerinde Tasavvufî bir derinlik de sezilir:
"Dağlar bizimdir" demek, aslında "Benliğim bana aittir" demektir. İnsanın kendi hakikatine sahip çıkışıdır.
Onun mirası, bugünün şiirlerinde bile ses bulur. Her özgürlük arayışı, biraz Dadaloğlu’nun nefesini taşır.
Her dirençli insan, biraz onun torunudur.

Derinliği: 

Dadaloğlu’nun şiirlerinde, en ufak bir süs yoktur; doğrudan gelir, çarpıcıdır. Göçer âşıklığın sesi; sert, duru, kırık ancak diridir.

Türü: 

Koşma, varsağı, semai, türkü, destan gibi halk nazım biçimlerini kullanmıştır.

Şiir dili Avşar ağızlarına yakındır; zihni dağdan, dili topraktan beslenir. 

Temaları:

Kavga, mücadele, isyan, yurt özlemi, göç, sevda, doğa, aşk

Bu göçün masalı, efsanenin sesi; göç yollarında kaybolan konaklar, söylenmemiş türküler gibi günümüze kadar gelmiştir 
Ancak pek çok şiiri sözlü kaynaklarda kalmıştır; yazıya geçmesi kuşaktır ve çok uzaktır.
Ancak 130 kadar şiir günümüze ulaşmıştır, geriye kalanı sisin içine gömülmüştür. 

Evet dağlar bizimdir yeter ki gönül dağımızın yolunu kaybetmeyelim.

KAYNAKLAR:

Hikâye Kaynağı: Folklör ve Türkülerimiz-Mehmet Özbek
TDV İslâm Ansiklopedisi- Dadaloğlu maddesi 
Türk Dili ve Edebiyatı sitesi- Dadaloğlu Hayatı, Edebi Kişiliği, Şiirleri
Türk Dili ve Edebiyatı
Biyografya.com-Dadaloğlu

***

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi