BİMARHANEDE CİNAYET
Ezanın okunmasıyla Şaheste hemen gözlerini açtı ve ayaklandı. Nurun ve şifanın eve yayılması için pencereyi açıp, ezan bitene kadar orada durup ezanı dinledi. Bitince hemen dışarı çıkıp akşamdan hazırladığı ibrik ile abdest aldı ve namazını kıldı. Şaheste daha küçükken anne ve babasını kaybetmişti.
Halası Dilber Hanım’ın ve eniştesi Fehmi Bey’in yanında kalıyordu. Zavallı çiftin çocuğu olmadığı için onlar teselliyi Şaheste’de buluyorlardı; aynı şekilde Şaheste de annesizliğin ve babasızlığın tesellisini onlarda...
Kız çocuğunun okutulması o dönemde her ne kadar hoş görülmese de Şaheste’nin halası ve eniştesi hiçbir şeye kulak asmaksızın Şaheste’nin ilim irfan öğrenmesi için ellerindeki tüm imkânları kullanmışlardı. Ve bunun karşılığını misliyle almışlardı. Şaheste zekasıyla hekimbaşının ilgisini çekmiş ve uzun yıllar onunla çalışmıştı. Ardından Şaheste şifalı bir şeyh olduğu söylentisiyle halk arasında ünlenmiş, herkesin gözde şifacısı olmuştu. Bir süre daha hekimbaşı ile çalıştıktan sonra ise Bimarhane’ye hekimbaşı olarak geçmişti.
***
Halasına ve eniştesine kahvaltı hazırladıktan sonra namazını yeni bitirmiş olan halasını çağırmaya gitti. Halası ve eniştesi sofraya iştirak edince, kendisi bir dilim ekmekle yetinip hemen evden çıktı. İşini ve hastalarını çok seviyor, onlar tekrar eski sağlıklarını kazanana kadar durmadan çalışıyordu.
Bimarhane’ye gitmeden önce bedestene uğraması gerektiğini hatırlayınca, yolunu değiştirdi. Âşık Hatun’un üstündeki kıyafetler baya eskimişti. Ona güzel bir kumaş almayı uzun zamandan beri düşünüyordu; fakat işlerden vakti olmadığı için bir türlü fırsat bulamıyordu.
İstediği gibi bir kumaş aldıktan sonra hiç vakit kaybetmeden Bimarhane’ye gitti. Henüz çok erken olduğu için çalışanlar dışında çoğu hasta uyuyordu. Dışarıdaki güller, havanın güzelliği, Şaheste’ye birçok şey için şükür etmesi gerektiğini hatırlatıyordu. Hemen elindeki kumaşı Âşık Hatun’a vermek istiyordu; ancak uyuduğu için ona veremezdi. Doğruca odasına gitti. Halka göre meczup olan ama kendisine göre kalp gözünün açıldığı hastaları için bugün neler yapabileceğini not aldı. Tebessüm edemeden duramıyordu.
Aldığı notlar bitince yanına aldığı iki hastabakıcı ile odaları gezmeye başladı. Bazıları uyanmış camdan dışarıyı izliyor, bazıları ise hâlâ uyuyordu. Âşık Hatun’un odasına girdiklerinde onun da hâlâ uyuyor olduğunu gördüler. Her zamanki gibi uyurken bile dilinde beyitler vardı. O kadar çok şiir biliyordu ki, Şaheste hepsini nasıl bu kadar çok iyi bildiğine dair bir türlü anlam veremiyordu. Bu sefer dilindeki şiir buydu:
“Gitdün ammâ kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile”
Ne kadar da güzel bir beyitti. Şaheste, Âşık Hatun sayesinde çoğu şaire, şiirlerine hâkimdi. Bu beyit de dilinde hiç eksik etmediği Neşâti’nin idi. Daha fazla rahatsızlık vermemek için odadan tebessümle çıktılar. Son altı oda kalmıştı. Tam yan odaya girmek üzereyken dışarıdan içeriye doğru gelen bir bağırma sesiyle Şaheste’nin yüreği ağzına geldi. Ne olduğunu anlamadan sesi duyan bütün hastalar da ayaklanmış hep birlikte bağırmaya başlamışlardı. Şaheste olası bir kaosun önüne geçmek için bütün çalışanlara odaların hepsini kilitleme emri verdi. Özellikle yasakladığı bu yüksek sesle konuşma ve bağırtıyı hangi densiz yaptı diye fırçalamak niyetiyle koşarak yanına gitti. Bağıran bu adam hamamda çalışan Hacı Ahmed’di. Şaheste’yi gördüğü gibi ona koştu ve nefes nefese;
“h-h-hamamda öll-ölü var. Kan içinde!” deyince Şaheste hemen hamama doğru koştu. İçeri girdiğinde hastalarından Nedim’i kanlar içinde yattığını görünce “derhal Zaptiye’ye haber verin!” diye bağırdı ve yaşıyor mu diye kontrol etti. Ne yazık ki ölmüştü.
Zaptiye geldiğinde detaylı bir araştırmanın ardından Nedim’in boğazının kesilerek öldürüldüğünü tespit ettiler. Ayrıca sırt kısmından da büyük darbeler almıştı. Şaheste’nin aklı almıyordu. Böylesine vahşice işlenen bu cinayeti nasıl duymamışlardı. Nedim hiç mi bağırmamış, yardım istememişti?
Bu olay yakın zamanda her yere yayıldı. Gündem artık sadece Bimarhane’de işlenen cinayetti. Bu haber padişaha kadar gitmişti. Olay Sadrazamdan tutun, Cebecibaşına ondan da kadıya kadar herkese sirayet etmişti. Herkes katilin peşindeydi. Bimarhane’nin içini dışını, etrafını her yerini arayıp tarayıp soruşturdular ancak tek bir ipucu dahi bulamadılar. Cinayetin işlendiği günden beri Şaheste eve uğramaz olmuştu. Bimarhane’de yatıp kalkıyordu.
Bir gün sabah ezanı sesiyle uyanan Şaheste abdest için dışarıdaki kuyuya su almaya gitti. Dışarıda zemheri soğuğu vardı ve ürkütücü duruyordu. Şaheste uzun zamandan sonra ilk defa bu kadar korktuğunu hatırlıyordu. Etrafta kimliği belirlenmemiş bir katil varken dışarıda çok durmanın tehlikeli olduğunu düşünerek kovasına su doldurduktan sonra tam gidecekken hemen çalılıkların ardından çıkan hışırtı sesiyle durdu. Bildiği tüm duaları okumaya devam ederken o tarafa baktı.
Çalıların arasında ne idiğü belirsiz bir karartıyla karşı karşıya gelince korkudan kendi koyduğu yasağı unutarak avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Sesi duyanlar hemen o tarafa koştu. Ne olduğunu sordular. Şaheste gördüğü karartıdan bahsetti. Herkesin aklına gelen şey o karartının aranan katil olabileceğiydi. Akşamları hastaların odalarını her ne kadar kilitlemiş olsalar dahi tek tek kontrol ettiler. Neyse ki çoğu bağırtıyı duymamış mışıl mışıl uyuyorlardı. Şaheste birine bir şey olmadığı rahatlığıyla odasına doğru giderken yine hamam görevlisi Hacı Ahmed’i telaş içinde kendisine doğru geldiğini görünce içine korku tohumu yerleşti. Herkesi kontrol etmişti ve iyi olduklarından emindi. Hacı Ahmed’in bu telaşı neyeydi?
Yanına geldiğinde tereddütle Şaheste’ye baktı. “Hekim Hanım dışarıya gelmeniz lazım” dediğinde Şaheste, “Hayırdır inşallah Hacı Efendi yine kötü bir şey mi var?” diye korkuyla sordu. Hacı Ahmed ‘görmeniz lazım’ diyerek yürümeye başlayınca Şaheste de peşinden gitti. Az önce olan olaydan dolayı korksa da Hacı Ahmed’in yanında olması ona az da olsa güç veriyordu. Arka bahçeye gittiler. Bu sefer yerde kanlar içinde ölü bir koyun gördüler. Vahşice öldürülmüştü o da… Yine zaptiyeye haber vermeleri için emirler verdi. Kısa zaman içinde zaptiye geldiğinde olayı duyan meraklı halk da sabahın körü Bimarhane’ye doluşmuştu. Havada, “ne oldu? Bu sefer kimi öldürdüler?” gibi sorular uçuşup duruyordu. Herkes çok şaşkındı. Hiç öyle olaylar olmazdı buralarda. Hele Bimarhane’de olması onlar için ayrıca bir şoktu.
Zaptiyelerle birlikte hekimler de olay yerine iştirak etmişlerdi. Koyunun kürek kemiğini çıkartıp leşini buraya atmışlardı. Nedim’i öldürenle aynı kişi mi; yoksa burayı, Şaheste’yi lekelemek isteyenlerin bilerek yaptığı bir şey mi, kimse bilmiyordu.
Herkese bir korku salıp gitmişti. Kimileri Bimarhane’nin can sağlıkları için kapatılmasını isterken, kimileri katilin derhal bulunması için Şaheste’ye baskı yapıyordu. Kapana sıkışmış gibiydi. Ne yapacağını, bu kötülükten hastalarını nasıl koruyacağını bilmiyordu.
Herkes dağıldıktan sonra henüz güneş doğmamışken, sabah namazına oturdu. Durmadan ağlayarak Allah’tan bu belanın bitmesini, hastalarının o katilden korumasını istiyordu.
İçten ettiği duasından sonra salavat çekti. Ardından seccadesini katlayıp çekmeceye koyarken kapı çaldı. Gelen yine Hacı Ahmed idi. Allah’ın hikmetinden sual olmaz ama bu adam son birkaç günden beri kötü haberden başka bir şey getirmemişti. Eli istemsizce kalbine doğru gitti ve yüzü yaşadıklarından ötürü sararmış bir şekilde Hacı Ahmed’e
“ Yine kötü bir şey mi oldu Hacı Ahmed?” Hacı Ahmed başını iki yana salladı. “Hayır Hekim Hanım. Soruşturmanın nasıl gittiğini merak ettiğinizi düşünerek süreç ile ilgili haber vermeye geldim.” Şaheste heyecanla dinlemeye koyuldu. İçinden “umarım katil yakalanmıştır” diye dua etmeyi de es geçmemişti. “Yakınlarda koyunlarını güden bir çobanı buldular. O kör karanlıkta iki kadın ve bir adam gördüğünü iddia ediyor. Öldürülen koyunun da kendisinin olmadığını söylemiş.” Şaheste Hacı Ahmed’in devam etmesini beklerken, Hacı Ahmed konuyu bitirmiş gibi susuyordu. Sabırsızlıkla, “ee sonuç ne Hacı Ahmed. Bulabilmişler mi onları?” diye sorunca Hacı Ahmed başını iki yana salladı.
Şaheste umutsuzlukla bir ileri bir geri yürümeye başladı. Ne olacaktı, ne yapacaktı bilmiyordu. Kendi canı da, hastalarının canı da tehlikedeydi. Onları korumaları için zaptiyeden yardım istemeliydi. Ama şimdi hastalarıyla ilgilenmeliydi. Her hasta için hazırlamış olduğu yemek ve ilaç listesini Hacı Ahmed’e verdi. Onları ilgili görevlilere vermesini söyledi ve ardından, bugün yıkanması gereken hastalar için dikkatli olmasını söyleyerek gönderdi. Alınması gereken ilaç ve bitkiler içinde uzunca liste yaptıktan sonra onu da görevliye vererek bugün için hazır olması gerektiğini söyleyip gönderdi. Yapılacak başka ne var düşüncesiyle etrafa göz gezdirdiğinde masada duran kumaşla, Âşık Hatun için aldığı hediyeyi henüz ona vermediğini hatırladı. Onu alarak odasından çıktı ve onun odasına doğru yürümeye başladı. Şaheste her koridordan geçtiğinde burnuna dolan güzel çiçek kokusuyla derin nefes çekiyordu içine...
Hatun’un odasının önüne geldiğinde yine içeriden sesler işitiliyordu. Anlaşılan yine beyit okuyordu. Kapıyı tıklatarak içeri girdi. Hatun Şaheste’yi görmesine rağmen susmadı, beytini bitirene kadar okudu. Bu beyti biliyordu. Fuzuli’nin “Ya Rab” adlı şiiriydi. İçinden en sevdiği beyti içtenlikle okuyordu Hatun…
“Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşina beni
Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüdâ beni”
Bu beyit onun bu durumunu ne güzel de yansıtıyordu. Âşık Hatun hasta değildi aslında; hastalığı kendine istiyordu. İsterse eğer bu halden gayet tabi kurtulabilirdi ancak bu illete olan bağlılığı, Allah’a bu beladan kurtulmamak için dua etmesini bile sağlıyordu. Kendinden geçmiş bir şekilde şiir okumayı bitirdiğinde, Şaheste elinde tuttuğu hediyeyi ona uzattı. Hatun ne olduğunu anlamadığı için yalnızca bakmakla yetiniyordu. “Bak, sana ne aldım. Çok beğeneceksin.” deyince merakla eline aldı ve poşeti açtı. İçinden çıkan güzel kumaş pek ilgisini çekmiş gibi durmuyordu. Hiçbir duygu belirtisi olmaksızın poşeti tekrar Şaheste’ye uzattı ve “Benim zaten kıyafetim var. Zahmet etmişsiniz. Teşekkür ederim. Gerçekten ihtiyacı olana verin.” deyince bu tepkiyi beklemediği için üzülmüştü Şaheste… Onun üzüldüğünü gören Hatun, bir şey demeden yatağına uzanıp gözlerini kapattı.
Hediye ile birlikte odadan çıktı. Diğer hastaları da ayak üstü kontrol edip bazıları ile sohbet etti. İlk geldikleri güne nazaran şimdi daha iyi görünen bazı hastalarını gördükçe Şaheste havalara uçuyordu. Bu ona uyguladığı metodun yolunda gittiğini gösteriyordu. Kısa bir süreliğine de olsa cinayet vakasını unutan Şaheste’yi uyandıran yine Hacı Ahmed’di. Endişeli görünüyordu.
“Hekim Hanım bir hasta kriz geçirdi dışarıda. Abuk sabuk şeyleri gördüğünü iddia ediyor. Mandrake otu ile sakinleştirdik.” deyince Şaheste telaşla dışarı çıktı. Hastası yarı baygın halde yerde yatıyordu. Yanına çöktü ve ılımlı bir tonla,
“Mehmet sen ne gördün? Bana da anlatmak ister misin?” diye sorunca Mehmet, “Cin gördüm. Üç tane… Geceleri burada dolaşıyorlar. Bir şeyler arıyorlardı. Kapkaraydılar. Seni götüreceğiz, dediler. Korkuyorum götürmesinler beni.” deyince Şaheste onun başını okşayarak, “Şşş sakin ol. Kimse seni götüremez, biz buradayız. Gözlerini kapat.” deyince Mehmet gözlerini kapattı. Şaheste’nin emriyle onu odasına taşıdılar.
Mehmet’in gördüğü şeyler, çobanın gördüğü kişilerle aynı kişi olmalılardı. Ama tüm gece boyunca ayaktalardı ve onları gören hiç kimse mi olmamıştı? Bu olay gittikçe daha ilginç bir hal almaya başlamıştı.
Mehmet’in ardından o da odasına gitti. Yatağına yatırılmış, uyutulmuştu bile... Şaheste derin düşüncelere daldı. Acaba bu olayı zaptiyeye anlatsa mıydı, yoksa bir hastanın dediğine kulak asmamalı mıydı, bilemedi. Daha sonra söylemek yönünde karar kıldı. İpucu sayılabilecek hiçbir şeyi atlamamalıydı. Bu daha çok cana mal olabilirdi. Odadan çıktı ve Bimarhane’ye tahsis edilen zaptiyelerden birinin yanına gitti olanları anlattı.
Görünürde zaptiye de Mehmet’in dediği şeylere pek inanmış gibi durmuyordu. Bunu gören Şaheste ciddiyeti ele alarak, “anlaşılan bu dediklerim aklınıza pek yatmadı. Benim de tam yatmış sayılmaz ama bunu her türlü araştırmamız lazım. Belki de bizi katile götürecek ipuçlara rastlarız.” dedi.
Zaptiye bu duyduklarından sonra oradan ayrıldı ve yakın civarda bulunan herkesi soruşturmaya başladı. Neredeyse kimsede Mehmet’in tanımladığı kişiler hakkında bilgi çıkmadı.
Zaptiye ise neredeyse tüm civarı gezmesinden ötürü yorgunluktan bitap düşmüş söylenerek, “Şu halimize bak. Delinin dediğiyle yola mı koyulur? Belli ki muhayyel görmüş. Bu Hekim Hanım da onların aralarında kala kala aklını yitirmiş.” dedi. Son üç ev kaldı soruşturmadıkları… İkisi yakındı da, üçüncü ev dağın eteklerindeydi adeta… Derin nefes alarak kapıya vurdu. Kapıyı güzel mi güzel bir genç kız açmıştı. Zabit bu güzellik karşısında afallasa da, toparlanması uzun sürmedi. Onu da sorguya çekti. Mehmet’in gördüğü kişilerin tanımına uygun kişileri gördüğünü söylüyordu. Bu zabiti çok mutlu etti.
Sonunda ellerine geçen bir ipucu olmuştu. Bunun vermiş olduğu mutlulukla diğer iki eve gitmedi; yerine derhal bunu bildirmek için zaptiye nazırına gitti. Zaptiye nazırı ise bunu pek ciddiye almamış “katil yoksa bu bilginin de pek bir değerinin olmadığını” söyleyerek zabiti daha fazlası için geri göndermişlerdi.
Akşam olmuş, hastalar dışında herkes diken üstünde beklemeye koyulmuştu. Zaptiye, zaptiye nazırından sonra Bimarhane’ye gitmiş, bu bilgiyi Şaheste’ye vermişti. Onlar da bunun üstüne düşünmüş taşınmış bir plan hazırlamışlardı.
Gece olunca her zamanki gibi bütün hastaların kapıları kilitlenecek, bakıcılar, hekimler, zaptiyeler Bimarhane’nin etrafını kuşatacak ve gecenin karanlığına gizlenerek Mehmet’in tarif ettiği kişileri yakalayacaklardı. Herkes yerine geçti ve cinlerin cirit attığı zifiri karanlıkta beklemeye koyuldular. Sabah ezanına kadar gelen giden hiç olmamıştı. Kimilerinin uykusu gelmiş zor direniyordu, kimileri ise çoktan uykuya dalmıştı; ta ki yaklaşan ayak sesleri ve fısıltıları duyana kadar… Hepsinin de gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Kulak kabartarak onları dinlemeye koyuldular.
“Sana insan kemiği de lazım demiştim. Öldürmüşken neden onun kemiğini çıkarmamıza izin vermedin ki? Şimdi birini öldürmemiz gerekecek. Yakalanırsak kazığa oturtacaklar bizi. Değer mi bunca şeye?”
Bu bir kadın sesiydi. Yanındaki sinirli bir tonla karşılık verdi. “Çok konuşma da, bizi görenin odasını tespit ettin mi? Bu seferki ve son kurbanımız o…”
Şaheste bu duydukları karşısında şoka girdi adeta… Bu nasıl bir vicdansızlıktı böyle? Zaptiyeler biraz daha bekledikten sonra anlaşmış gibi aynı anda ortaya atılıp yüzleri gözleri tamamen kapalı üç harflilerden farksız üç kişinin etrafını sardılar. Onlar ilk bir şey idrak edemeseler de, akılları başlarına geldiği gibi kaçmaya çalıştılar. Hepsini de yakalayıp sorguça verdiler. Çeşitli işkencelerden sonra bunu neden yaptıklarını açıkladılar. Bunlar büyü çetesi idiler. Altın karşılığında kara büyü yapıyorlarmış. Bunun için koyun kürek kemiği kullanıyorlarmış. Ancak içlerinden biri üç harflilere karışmış ve onlardan aldığı talimata göre insan kürek kemiğine de ihtiyaçları olmuş. Nedim’i ilk öldürmek istememişler. Ancak onların başına bela olur diye önce kafasına vurarak bayıltmışlar ardından da vahşice öldürmüşlerdi. Üç harflilerden aldığı talimattan sonra ise son bir defa Mehmet’i öldüreceklermiş. Neyse ki bunun önüne geçilmişti.
Birkaç güne kalmadan idamlarına karar verildi. Şaheste her ne kadar idama karşı olsa da, onların ölümü hak ettiğini biliyordu. Bu yüzden idamı izlemek için gidecekti. Onlar sırf bir hiç uğruna masum canlara kıymışlardı. Bu cezayı sonuna kadar hak ediyorlardı.
İdam günü gelip çattığında onlarca kişi idamın yapılacağı Topkapı Sarayı’nda toplanmışlardı. Üçü de art arda orada idam edileceklerdi. Birer birer orta kapıya alındılar. Özellikle hiçbirinin gözlerini bağlamıyorlardı ki, biri diğerinin idam edilişini görsün… Cellatlar işlerini layığıyla yerine getirip üçünün de kafalarını gövdelerinden ayırdılar.
Şaheste ise ilk idamdan sonra bakmaya dayanamadı ve Bimarhane’nin yolunu tuttu. Oraya vardığında ilk işi abdest alıp şükür namazı kılmak oldu. Neyse ki başka kimse zarar görmeden bitmişti bu bela... Namazı bitirdikten sonra seccadesini katlayıp çekmeceye koydu. Kapısı yine telaşla çalınca Şaheste bir kötü habere daha dayanamayacağını düşündü. Gir deyince Hacı Ahmed içeri girdi telaşla… “ Hekim Hanım, Âşık Hatun kendini hamama kapattı çıkmıyor. İlla sizi istiyor.” dedi nefes nefese…
Şaheste kötü bir haberin olmadığına sevinerek odasından çıktı ve hamama doğru gitti. Hatun geçen gün reddettiği hediyesi gelmeden oradan çıkmayacağını söylüyordu. Şaheste gülerek birini hediyeyi alması için odasına gönderdi. “ Hadi canım çık oradan… Bak hediyeyi getirmeye gittiler.” dedi. Âşık Hatun ise hediye gelmeden çıkmayacağını söylüyordu.
Şaheste beklemeye koyuldu. O sırada ileride ellerinde bir şeyler olan halasını ve eniştesini gördü. O olaydan beri neredeyse onları hiç görmemişti. Özlemle onlara doğru yürüdü. Halasına sımsıkı sarılırken eniştesinin de elinden öptü. Onlarla konuşmaya fırsat bulmadan onu çağıran görevliyle arkasına döndü. “ Halacım,eniştecim küçük bir işim var. İnatçı Hatun’u hamamdan çıkartıp hemen yanınıza geliyorum.” dedi ve gitti. Böyle normal olaylarla uğraşmayalı yıllar olmuş gibi hissediyordu.
Sonunda Hatun’u ikna etti ve hamamdan çıkardı. Onu odasına götürdüler. Şaheste ise, özlemini gidermek adına tekrar halası ve eniştesinin yanına döndü.
Editör: Deniz İmre