Başarı Tesadüfi mi?

Ufuk Batum

11-05-2023 23:33

Advert

14 Mayıs’ta cumhurbaşkanlığı seçimleri var… Aynı gün ayrıca Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne yollayacağımız milletvekillerini de seçeceğiz… Tam 600 milletvekili… İnsanın aklına geliyor; örneğin 400 milletvekili acaba aynı işi yapabilir miydi? Cevabını ben de bilmiyorum ama “evet yapabilir” diyorsanız, işte o zaman 200 milletvekilinin eksiltilmesi azımsanmayacak bir tasarruf sağlayabilirdi. Kaldı ki milletvekilleri dar bölge seçim sistemimiz olmadığından bölgesinde bilinerek, tanınarak, çalışarak seçilip gelmiyor meclise.

Tabii bunu niçin mevzu ettiğimi de söyleyeyim. Osmanlı’nın son dönemi de dahil olmak üzere cumhuriyet tarihinin tamamında genel olarak bir finansal dar boğazla karşı karşıya kaldığımız bir gerçek. Çünkü savaşlarda, yıkımlarda, sonra barış döneminde ödenen tazminatlarda çok para kaybettik. Uzun yıllar boyunca kurduğumuz altyapılarda, üretimde ve kazançta elde edilen birikimler hep bir kara delik niteliğinde Batı’ya aktı. Önce Kapitülasyon’da, sonra savaş tazminatında, sonra darbelerde, IMF ile olan sıkboğaz anlaşmalarda, kritik hammadde krizinde, petrol ve doğal gaz ithalatında, pahalı otomobil ve markalı ürünlerde, sigarada, entelektüel sermaye ve teknolojide, bıyıklı Türklerin yurtdışına çıkarttığı (kaçırdığı demeye dilim varmıyor da) sermayede, Çiftlik Bank’ta, Thodex’te! Ödedik de ödedik! Kaçırdık da kaçırdık! Ne yazık ki kötü ama öngörülebilir bir sonuç olarak sermaye birikimimiz halen çok yeterli düzeyde değil.

21. yüzyıl yetenekleri

Bu durum, tersine çevrilmesi gereken (ve çevrilmekte olan) bir makus talih olduğu kadar sermayenin anlamını ve önemini belki de tam oturtamayan bir kültürün zaman zaman “kısa günün karına ve kolay rantiyeye” fazla itibar etmesidir. Değişiyor yavaş yavaş, bence daha hızlı da değişmeli. Keşke ilkokuldan başlamak kaydıyla “finansal okuryazarlık ve pazarlamanın temelleri” uygulamalı ders olarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredatında stratejik bir yer bulabilse. Yeri gelmişken; müfredata, afetlerle mücadeleyi de, ilkyardımı da, yüzmek ve bisiklete binmek gibi temel kazanımları da, hayatın temellerine dair temel uygulama ve pratikleri de kesinlikle koymalıyız. Bunlar hiç yok demek istemem ancak eğer çocuklarımızı test sisteminde yarışan at olmaktan alıkoyacaksak, balkonda veya bahçede biraz tarıma girişseler, toprak ve su ile tanışsalar, yazılım becerilerini geliştirseler, güçlü iletişim becerileri kazansalar fena mı olur?

Az biraz ülke gezdik, kültür tanıdık. Yüzlerce seminer ve konferans, binlerce eğitim verdik. Çok farklı bölgelerde on binlerce kişiyle hemhal olduk, dertlerini dinleyip sorularını yanıtlamaya çalıştık. Gördük ki neredeyse bütün dünya güçlü bir rekabet içerisinde, hemen hemen bütün ülkeler 21’inci yüzyılın yetenek ve becerilerine odaklanmak, buralara yatırım yapmak istiyor. Yapabilenler zaten öne çıkıyor; Güney Kore, Singapur, İsrail ve Finlandiya iyi örnekler arasında. Tabii bütün ülkeler küresel çapta aynı rekabetin içinde olsa da, “her ülke kendisine benzer” sözü de geçerliliğini koruyor. Örneğin Türkiye’de her şehre en az bir üniversite kurulması ailelerde “çocuklarını üniversitede okutma azmine” bir karşılık olsa da, teknoparklar nitelikli girişimci ve yazılımcılara bir fırsat sunsa da sanayinin “ara kademe elemanı ihtiyacı” henüz tam olarak çözülmüş değil. Üniversite öğrencilerinin staj problemini odalar, birlikler ve diğer sorumlu kurumlar çözemediğinden dolayı olsa gerek ki probleme Cumhurbaşkanlığı İnsan Kaynakları Başkanlığı el atmak zorunda kaldı.

Sermaye birikimi önemli

Doğrudan yabancı yatırımcı (FDI) çerçevesinde son 20 yılda (2003-2022) yaklaşık 250 milyar dolar çekmeyi başaran Türkiye, cumhuriyetin ilk 80 yılında (1923-2002) 25 milyar dolar bile çekememişti. Tasarruf yapma ve sermaye çekme sorunu son 20 yılda kısmen çözülmüş olsa da, gelinen noktada bugün ihtiyaç da toplumun iştahı da daha fazlasında. Evet bu doğru ancak bir başka doğru da ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’nun bir iki Londra ve New York ziyareti sonrasında “300 milyar dolar buldum” sözünün hiçbir şekilde mümkün olamayacağı. Finans ve yatırım çevrelerini az biraz bilen biri bile böyle büyük bir sermaye sözünün verilemeyeceğini net bir şekilde bilir. Hani şöyle bir ifade olsaydı, belki piyasalar inandırıcı bulur, umutlanırdı: “Seçim sonrasında 2023 yılı için 8 milyar dolar, sonraki 4 yılda da her yıl 15 milyar dolar doğrudan yabancı yatırım çekmeyi öngörüyoruz!”

Bunları duysaydık, okusaydık, işte o zaman bu satırlara gerek olmazdı. Benzer bir şekilde, bütün anketlerde dört cumhurbaşkanı adayının en düşük oy alacağı beklentisinin kesiştiği Sinan Oğan’ın “Seçilirsem asgari ücret 30.000 TL olacak!” vaadi de bence kantarın topuzunun kaçtığını ortaya koyuyor. Boş vaatler siyaseti ne siyaset kurumunu ne de Türkiye’yi ileri götürüyor, bilakis o liderin, kuruluşun, partinin, oluşumun veya şirketin itibarını zedeliyor. Orta yaşa gelmiş olanlar 1980’li ve 1990’lı yıllarda “Kim ne verdiyse ben 5 fazlasını veririm!” siyasetinin nasıl çıkmaz bir sokak olduğunu gayet iyi bilir.

Başarının temelleri

Peki başarılı toplumları ne öne çıkartıyor? Bu toplumlara yön veren liderlerin sözüne güvenilir ve itibarlı kişiler olmasında en çok ne rol oynuyor? Elde ettiğim deneyime göre birçok sebep olsa da toplumların ilerlemesinde, öne çıkmasında, katma değer üretmesinde o toplumun “organizasyon becerisi” çok belirleyici oluyor. Örneğin bir şirket, proje, kurum, sivil toplum, sosyal yapı bir problem ya da hatta yeni bir fırsat karşısında eğer diğer toplumlardan daha hızlı ve çevik organize olabiliyor ve sistemli bir şekilde çözüm üretebiliyorsa işte o toplum, marka, siyasi parti ya da futbol kulübü daha başarılı oluyor.

Demek ki başarı çoğu zaman toplumdaki her kesimin, zümrenin, sosyal grubun doğru beceri ve yeteneklerle donatılması, anlamlı ve adil bir yetki ve sorumluluk alanının tariflenmesi, kontrol ve geri besleme mekanizmalarının kurulması ve işletilmesi, cezalandırmadan ziyade “sky is the limit” gibi yüksek hedeflere ulaştıkça ödüllendirmenin daha cömert kullanılmasıdır.

Üzüm üzüme baka baka…

Bunun siyasetteki izdüşümüne pek odaklanmak istemiyorum aslında. Ama yine de güncel Türkiye siyasetinin iki kutuplu yapısındaki temel iki aktörü dikkate aldığımızda, dürüst olalım ki birinin net bir şekilde “statükocu ve istemezükçü” konuma yerleştiğini, diğerinin ise “deneysel, hatalardan korkmayan, proje ve yaklaşımlarını yenileyerek değişimci olma” konumunda olduğunu uzun yıllardır söz, eylem ve icraat çerçevesinde ispat ettiğini söyleyebiliriz. Bir başka çıkarımım da “organizasyonların liderlerine, liderlerin de organizasyonlarına göre” performans gösterdiği. Bu sadece siyasi liderlikte değil, örneğin sigara içen anne babaların çocuklarının sigara içme oranı daha yüksek. Yine evde yetişkinlerin ellerinde kitap varsa, çocuklar da daha fazla kitap okuyor, kültür ürünleri ile haşır neşir oluyor. Üniversite mezunu ebeveynlerin çocukları da genelde mezun olurken çocukların eş seçimleri de genelde o doğrultuda oluyor. Ne diyelim: “Para parayı çekiyor!” ya da “Balık baştan kokuyor!”

Başarı pek tesadüf değil. Yani biri ortaklı olmak üzere dünyadaki en değerli 10 şirketin tamamının (haydi diyelim ki 9,5’inin) ABD merkezli olması da, Baykar’ın İHA ve SİHA’da dünya liderliğine oynaması da, Erdoğan’ın 21 yıldır girdiği bütün seçimleri kazanması da, Kılıçdaroğlu’nun 13 yıldır başında olduğu CHP’yi iktidara taşıyamaması da tesadüfi olamaz. Binlerce tüketicinin karşısına çıkan yeni bir şirketin tesadüfen başarılı olacağına inanmadığımız gibi, on milyonlarca seçmenin sandıktaki iradesinde ben bir anlam ve bir adalet ararım. Lider ve örgüt çalışmalı, çok koşmalı, hep sahada olmalı, problemleri yerinde teşhis edip sonrasında istişare ile kolektif akıldan yararlanmalı, uygulamaya geçmeli, kısa dönemli sonuçları toplayıp daha iyi bir çözüme (uygulamaya) pivotlamalı.

“Yaptım, yine yaparım…”

Şimdi şöyle bir haber okuyunca kim bilir zihnimizde hangi fikirler, kanaatler oluşuyor: “Nurdağı’nda depremzedeler için inşa edilen ilk kalıcı konutlar akıllı köy uygulamasıyla hak sahiplerine teslim edildi. 44 gün gibi rekor bir süreyle tamamlanan konutların ortak alanlarının enerjisi güneşten karşılanacak.” İşte bu icraatı, eylemi, çıktıyı çürütmek mümkün olamıyor. “Evet ama…” ile başlayan cümleler kurmak mümkün; hatta dezenformasyon ve çarpıtma çabası, yayınlamama veya haberi es geçme gayreti de mümkün. Ama mümkün olmayan şey toplumun irfanı ve ferasetini ciddiye almamak ve halen başarılı olmayı beklemek.

Deprem sırasında yıkılan veya ayakta dursa bile ağır hasar gördüğü için planlı bir şekilde yıkılmayı bekleyen yüzbinlerce konutu 1 yıl içinde yapıp teslim edeceğini vaat eden Erdoğan’ın sözünü toplum satın alırken, ortaya çıksam “1 yıl değil, ben 6 ayda yaparım!” desem toplum beni kabul eder mi acaba? Yakında seçim yapılacak, takke çıkacak kel görünecek, her siyasi partinin ve oluşumun gradosu, toplumdaki karşılığı ortaya çıkacak. Seçimi genelde gerçekçi icraat ve hizmet kapasitesi kazanıyor, kazanmalı da. Her lidere ve partiye başarılar dileyelim ama yine başarının tesadüfi olmadığını, üretmekten ve değer vermekten geçtiğini de yineleyelim.

 

 

DİĞER YAZILARI Tarihi Sorumluluk 01-01-1970 03:00 Sandık Yanılmaz 01-01-1970 03:00 Kabuğunu Kırmak 01-01-1970 03:00 Her Şerde Bir Hayır 01-01-1970 03:00 Nasıl Bir Bağımsızlık? 01-01-1970 03:00 Cin Şişeden Çıkınca 01-01-1970 03:00 Ahlam ve Mahmud Abbas 01-01-1970 03:00 Filistin ve #TEKNOFEST 01-01-1970 03:00 İletişim Savaşları 01-01-1970 03:00 Kirli Bob 01-01-1970 03:00 Yarılma 01-01-1970 03:00 Hasta Adam 01-01-1970 03:00 Yumuşak Güç 01-01-1970 03:00 Manevi Entropi 01-01-1970 03:00 Yeni Bir Sistem Arayışı 01-01-1970 03:00 Holistik Liderlik 01-01-1970 03:00 Ekonomik Görünüm 01-01-1970 03:00 İnsan Denen Mahlukat 01-01-1970 03:00 Tersine Bir Dünya 01-01-1970 03:00 Güneş Çin’den mi Doğuyor? 01-01-1970 03:00 Arjantin, Hindistan ve Türkiye Üzerine Düşünceler 01-01-1970 03:00 Öğrenilmiş Çaresizlik 01-01-1970 03:00 Orwell Çağı mı? 01-01-1970 03:00