Advert

Higanbana / Melih Dişbudak

Yazan: Melih Dişbudak -HİGANBANA / 2024 TRUVA EDEBİYAT DERGİSİ GELENEKSEL 7. ÖYKÜ YARIŞMASINA KATILAN ÖYKÜ

ÖYKÜ - 21-03-2024 00:21 330 kez okundu.

Higanbana / Melih Dişbudak
Advert

HİGANBANA

Uzak bir köyde yaşayan ve flütü ile şifalar dağıtan ulvi bir kadından bahsedilirdi. Bu her daim bir efsane olarak anılsa bile, ben bunun gerçek olduğuna inanmak zorundaydım. Benden küçük erkek kardeşim ölümcül bir hastalığa yakalanmıştı.

Ailem ile birlikte, küçük derme çatma bir evde yaşıyorduk. Her gün ağaç kesiyor ve bunları kasabaya götürüp satarak para kazanıyor ve evi geçindiriyordum.

Yaşadığımız yerlerde kış ayları tekinsiz geçerdi. Sert ve soğuk rüzgarlar, insanın derisini soymakla kalmaz, mızrak saplanmışçasına delice bir acıya sebep olurdu. Annem, küçük erkek kardeşim ve iki tane de küçük kız kardeşimi bu yıl, evde bırakmak zorundaydım. Ben kardeşim için şifacı kadının köyüne gidecektim ama onlar bu yolculuğu kaldıramazlardı, dayanamazlardı. Onları bu dehşet verici kar fırtınasının içine sürükleyemezdim. Bu yüzden, onları Allah’a emanet ederek yolculuğa tek başıma çıktım.

İlk zamanlar gerçekten zordu. Şiddetli rüzgâr yüzüme çarpıyor ve resmen derimi soyuyordu. Yağan şiddetli kar diz kapaklarıma kadar uzanmış, hareketimi zorlaştırıyordu. Fakat kardeşim bana manevi bir güç sağlıyordu ve bu sayede o yolculuğun yarısına kadar gelmeyi başarmıştım. Daha fazla devam edemezdim, gece yarısı olmuştu ve yırtıcı hayvanlar olabilirdi. Her ne kadar üzerimde ruhani bir güç hissetsem bile, zayıf bir yapım vardı, denecek kadar güçsüz bir insandım. Bir ağacın altına sığınacak kadar şiddetliydi hava, o yüzden yürümeye devam etmeliydim.

Biraz daha yürüdükten sonra küçük bir barakaya rastladım. Terk edilmişti, tavanı yoktu, fakat çevre kapalıydı; geceyi burada geçirebilirdim. Tavanı olmadığı halde dışarıdan bağırma gereksinimi duyarak; “Kimse yok mu?! Birazdan içeri gireceğim, benden korkmayın, zarar vermeye gelmedim!' diyerek kapıyı zorlanmadan açtım. Tahmin ettiğim gibi, içeride kimse yoktu. Kapıyı tekrar kapatıp, sırt çantama aldığım gaz lambasını yakarak barakaya biraz bakındım. Oldukça küçük bir barakaydı; bir döşek ve küçük bir sobası bulunuyordu, fakat seneler önce terk edildiği belliydi. Soba paslanmış, ahşap küçük yatak ise kurtçuklar tarafından yenmişti, çürümeye yüz tutmuştu. Eşyalarımı bakır renkli  sobanın yanına bırakıp, ardından çantamdan bir örtü ve başımı koyabileceğim babamdan hatıra kalan o uzun ve eskimiş kıyafeti aldım. Oldukça rahat hissettiriyordu ve ipeği kaliteliydi. Şiddetli fırtınanın uğultusuna rağmen, bu rahatlık beni uyutabilirdi. Üzerime keten kumaştan yapılma ince örtüyü aldıktan sonra, gözlerimi bu fırtınanın ortasında savunmasız bir şekilde sonsuzluğa kapadım.

Gece yarısı, ani bir ürperti ile uyanmıştım o gün. Kulaklarımda bir uğultu yankılanıyordu. O ses, boğuk ve anlaşılması zor bir şekilde tekrar ediyordu; “Higanbana, higanbana, higanbana...”

İrkilmiştim ve korkmuştum. Bu fırtınada kimseler dışarıda olamazdı ve ses, tanımadığım bir kadına aitti. “Hayal görüyor olmalıyım ya da bir rüyada olmalıyım” diyerek kendimi avutuyordum, fakat değildim; soğuğun tenimi tahriş ettiğini hissedebiliyordum. Ses, birkaç defa daha tekrar ettikten sonra, uğultu yavaş bir şekilde kaybolmaya başladı. Alnımdan ter damlaları süzülüyordu. Bu durum beni panik etmişti, fakat kafamda kurduğumdan emin olduğuma dair kendimi kandırıp, tekrar fırtınaya rağmen uyumaya çalıştım.

Sabah olduğunda fırtınayı atlatmıştım, fakat örtünün dışında kalan uzuvlarım morarmıştı. Ellerim ve yüzüm kıpkırmızı, hatta morarmıştı. Önemli değildi; bir görevim vardı ve yola devam etmeliydim. Eşyalarımı hazırlayarak barakadan çıktım. Ardından eğilerek baraka yapan insana şükranlarımı sunmak için duamı ettim ve yola koyuldum.

Kar daha da birikmişti ve bedenimin yarısını kapsıyordu neredeyse. Yürümek iyice güç olmuştu, fakat köy pek uzak değildi; buradan yamacın aşağısı gözüküyordu. Güçlü bir şekilde yürümeye devam ederken, ormanın manzarası beni biraz sarhoş etmişti. Pek güzel gözükmekteydi; bembeyaz bir örtü, ağaçların kuruluğu bile zarif bir görüntü veriyordu. Kardeşlerimin bu güzel görüntüye tanıklık etmesini isterdim. Döndüğüm zaman, onları buraya getirecektim. Hatta resim çizmeyi seven küçük kerata buna bayılacaktı. Köye yaklaştıkça kar iyice azalmıştı. İnsanlar yolu açmak için küreklerine sarılmış, karı kazmıştı. Bedenimin yarısına kadar ulaşan karı atlattıktan sonra derin bir iç çektim, köye neredeyse varmıştım.

Oldukça küçük bir köydü, neredeyse beş ya da altı seyrek ev bulunmaktaydı. Herkes evinde olmalıydı, fakat tuhaftı; sabah olmuştu ve insanlar çalışmak için çoktan dışarı çıkmış olmalıydı. Gördüğüm ilk eve doğru yaklaştım. Sağlam bir ağaç gövdesi kullanmışlardı evde. Şişmez ve çürüyemezdi; mimarisi oldukça kaliteli olmalıydı. Ahşap kapıyı yavaşça tıklatarak, birisinin kapıyı açmasını bekledim. Fakat kimseler yok gibiydi; yine de bekledim. O sırada, yaşlı bir adamın tül perdeyi aralayarak, evin camından beni gözetlediğini fark ettim. Farkına varır varmaz, adam geri kendisini içeri çekti. Beni kötü biri zannetmiş olmalıydı. Bu durum içimi burkmuştu biraz, fakat kapı yavaşça aralandı o sırada.

"Ne istiyorsun evladım? Ne yapıyorsun bu kış vakti? Deli misin sen? Gidip başkalarına çatıver yahu?"

Öfkeli gözüküyordu sabah sabah rahatsız ettiğim için olmalıydı.

“Affedersin dede. Ben buralı değilim. Bir kadını arıyorum, flüt çalan bir kadını, insanlara şifa dağıtan o kadını biliyor musun, nerededir?"

İşittiği bu sözcüklerden sonra yüzünde derin bir korku ve telaş belirdi. Ardından aniden kapıyı kapatmaya çalıştı. Seri bir hareketle kapatmasına engel oldum, fakat yüzündeki korku beni iyice tedirgin etmişti. Ne oluyor diye soramadan yaşlı adam buruşmuş eli ile sol taraftaki uzaklarda bulunan kulübeyi işaret etti, ardından kapıyı yüzüme kapattı. Anlam veremediğim şekilde gerçekleşmişti bu olaylar. Ne oluyordu, bilmiyordum. Ben daha teşekkür etmeden gitmişti yaşlı adam. Kapısına eğilerek teşekkürlerimi sunup yoluma devam ettim.

Köyün havası terk edilmiş gibiydi, fakat aslında öyle değildi. İnsanlar, pencerelerinin köşelerinden gizlice, benim yürüyüşümü seyrediyordu ve hepsi korkmuş bir haldeydi. Yakın zamanda yağmacılar gelip onları tehdit mi etmişlerdi, yoksa? Eğer öyleyse geçmiş olsun dileklerimi iletmek isterdim, fakat evde bekleyen bir kardeşim vardı, o yüzden yoluma devam etmeliydim.

Birkaç saatlik yürüyüşün ardından kulübeye vardım. Kapısını çaldığımda, içeriden ses seda çıkmamıştı, ardından bir kadın kapıyı açtı ve meraklı gözlerle beni süzüyordu. Kadın, siyah saçlı ve orta boylardaydı, kaşları ince ve gözleri kısıktı. Üzerinde, kalın bir kumaştan yapılma elbise vardı, tüm bedenini kapsayan. Ardından, elimden tutarak beni içeri çekti. Kulübeye girdiğimizde içerisi sıcaktı. Boy boy mumlar yakılmış, içeriyi ısıtan soba da bir bitki özü kaynamaktaydı. Kadın eliyle oturmamı işaret etti. Pek rahat olmayan bir mindere oturdum ve kadının küçük tezgahının üzerinde bulunan birkaç bitkiyi alıp ezmesi eşliğinde konuşmaya başladı.

"Uzun yoldan geldin genç adam yorulmuş olmalısın. Şimdi sana yorgunluğunu yenecek bir bitki karşımı hazırlıyorum, birkaç dakikaya kalmaz kendini toparlarsın ardından bana iyileştireceğim kişiyi söylersin" dediğinde bedenimde bir ürperti, bir titreme oluştu. O gece işittiğim o garip sesi oldukça fazla andırmaktaydı. Kadına başımdan geçenleri anlattım fakat o garip sesten bahsetmedim."

"Demek hikayen böyle gerçekleşti genç adam, buraya gelene kadar zorluklar çekmişsin belli. Şimdi söyle bana, kimi şifalandırmamı istiyorsun? Onca yolu benim için gelmişsin, bırak senin için bu iyiliği yapayım genç adam."

Kadın eline flütünü almış, beklemekteydi. Ona hasta olan küçük kardeşimden bahsettim. Narin dokunuşlarla ve naif bir nefesle flütünü çalmaya başladı. Çaldığı notalar havada süzülüyor, adeta görülebiliyordu. Kulakları okşayan bir sesti, bu insanın içini ısıtan bir ses. Bir süre boyunca flütünü çaldıktan sonra zarif bir hareket ile flütünü yere bıraktı. Ardından bitkilerden hazırladığı karışımı kaynayan su ile karıştırarak yanıma yaklaştı. Bir eliyle tası, diğer eliyle yanağımdan tutarak karışımı bana içirtti. Dokunuşları öylesine yumuşaktı ki, kaynamakta olan suyun verdiği acıyı hissetmiyordum bile. Karışımı içtikten sonra bedenimde bir uyuşma hissettim, ardından derin bir uykuya daldım.

Gözlerimi açtığımda, kendimi kulübede yere uzanmış bir halde buldum. Kadın ise karşımda oturmuş beni seyretmekteydi. Bana yorgunluğumdan dolayı uyuduğumu ve uyurken benim için flütünü çaldığını söyledi. Büyük bir utanç içerisinde ayağa kalktım ve ona nasıl karşılığını ödeyebileceğimi sordum. O ise çoktan karşılığını verdiğimi söyledi hem beni hem de kardeşimi iyileştirmek büyük bir şeydi. Ona ne kadar mahcup ve bir o kadar da şükranlar içinde olduğumu belirterek kulübeden çıktım. İçimde bir o kadar umut ve bir o kadar da endişe vardı. Onca yolu boşa yürümüş olmamalıydım, fakat inanmaktan başka seçeneğim yoktu.

Eve geri dönmem bir günümü aldı ve en sonunda varmıştım. Kalbim delicesine atıyordu. Kapıyı yavaşça açtığımda gördüğüm manzara beni öldürmüştü. Annem, kardeşlerim, hepsi yerde kanlar içerisinde yatıyordu. Korkudan bedenim kaskatı kesilmişti ve gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Bedenim titriyor, ağlamak istiyordum. Ben yokken neden böyle oldu, kim ne yaptı bilmiyordum. Sadece titreyen bedenim ve durmak bilmeyen gözyaşlarım ile dizlerimin üstüne yığılmıştım. Anneme doğru giderek onu başından tutup dizlerime yatırdım. Ellerim kana bulanmıştı, fakat ben bir katıldım. Bunun acısı beni mahvediyordu. O sırada bir not vardı hemen masanın üzerinde. Annemin el yazısıydı, bu notta şöyle yazıyordu:

"Sevgili oğlum, kardeşin artık iyi; fakat aynı zamanda diğer kardeşlerin gözlerimizin önünde öldü. Bu senin suçun değil, tamam mı? Kendine yüklenme, efsaneler eksik anlatılmış, kendine kızma. Yakın bir vakitte ben de öleceğim, kalbim yavaşça durmaya başlıyor. Seni çokça sevdiğimi bil."

Kardeşimin iyileşmesi için iki can alması gerekti ve beni de iyileştirmek için bir can. Artık sadece ben geride kalmıştım. Ne yapacaktım, bilmiyordum. Mektup elimde, gözyaşlarım ile ıslanmıştı. Sadece orada kalakalmıştım. O sırada birkaç insan geldi, cesetleri ve benim kanlı ellerimi gördüler. Bir adam can havli ile muhafızlara haber etmeye gitmişti, ben ise mektubu alıp cebime koymuştum.

Çok geçmeden muhafızlar geldi ve beni dinlemeden kolumdan tutup beni kasabaya götürdüler. Manzara her şeyi söylüyordu aslında ve gerçekler de gün yüzündeydi; ben öldürmüştüm ailemi. Çok geçmeden üst düzey insanlar bana idam kararı vermişti bile. Muhafızların olduğu tapınağa götürüldüm ve ardından başımı taşa yasladılar.

Son sözlerimin olup olmadığını öğrenmek için bekliyorlardı. Onlardan bir ricada bulundum, cebimdeki kâğıt parçasını alıp görebileceğim bir yere koymalarını istedim. Beni reddetmeden kabul ettiler ve idam yetkilisi samuray kâğıdı aldı, okudu ve koydu. Herkes,  infaz emrini vermesini bekliyordu. Adam gerçeğin farkına varmıştı, fakat idamı da gerçekleştirmek zorundaydı.

O gün, o hariç herkes bana bir katil gözüyle bakmaktaydı…

Çaresiz bir şekilde eliyle idam hareketini yaptı ve dudaklarıyla şu sözcükleri fısıldadı.

"Higanbana."

***

- Öyküyü sesli dinlemek için görsele tıklayın...

 

Advert
Neler Söylendi?
DİĞER HABERLER
Tualdeki Kız Ne Oldu? / Mine Borazan

Tualdeki Kız Ne Oldu? / Mine Borazan

27-04-2024 - ÖYKÜ

Bir Sevgili Elinde Bir Gelin Arabasında Mutluluğu Yaşamak / Hamdi Tabanlı

Bir Sevgili Elinde Bir Gelin Arabasında Mutluluğu Yaşamak / Hamdi Tabanlı

26-04-2024 - ÖYKÜ