Advert

Yitirilen / Deniz İmre

Yazan: Deniz İmre -YİTİRİLEN

ÖYKÜ - 06-04-2024 22:39 223 kez okundu.

Yitirilen / Deniz İmre
Advert

YİTİRİLEN

Yüzü sararmıştı…
Adına ne derseniz deyin; güneş deyin, ışık deyin, yüzü işte tam da o dediğiniz şey gibi sapsarı olmuştu... Ben, limon gibi olmuştu demeyi tercih ederim…

Diline takılmış birkaç belli belirsiz ezgiyi de saymazsak hani, hiçbir şeyle uğraşmıyor, tam karşısındaki soluk mavi renkli ve boyası yer yer dökülmüş duvara boş boş bakıyordu.

Oturduğu yer soğuktu… Patlak su borusundan sızan su, duvardan aşağı ince bir yol yaparak oturduğu yerde neredeyse ayaklarının ucuna kadar ulaşmıştı.

Çıplaktı ayakları ve annesinin o okşayan ellerini ne çok özlüyordu kim bilir?

Sonsuz bir dün kadar uzakta kalan annesinin ellerini...

Üşüyordu…

Üşüyordu üşümesine de...

Anılarına sığındığı annesinin hayali bile yetmiyordu ısınmasına...

Hayatta en çok sevdiği insan olmasına rağmen yetmiyordu…

Soğuğun, yüzyıllarca susuz kalmış topraklara benzetmek istercesine  çatlattığı elleri iyice sertleşmiş, önceleri inceliğin ve bakım kremlerinin hüküm sürdüğü bu eller, artık o günleri de arar olmuştu...

Parmaklarının arasındaki sigaradan bir nefes daha çekti, diğer elini de başının arkasına destek yapıp duvara yaslandı...

“Yalnızlık güzel şey aslında”, derken yakaladı kelimeleri dudaklarında... Kelimeleri hiç tutmadı orada; uğraşmadı hiç onlarla, öylece döküldüler birer birer dudaklarından, odanın kesif rutubet kokan ortamına...

Kimi zaman evden kaçtığı ilk günü düşünüyor ve iç geçiriyordu...

Sorunlu bir çocuk muydu?

Hayır!

Aksine; eğer sorarsanız komşularının “son derece mülayim ve içine kapanık” diye anlatacağı, biraz da zeki bir kız çocuğuydu, hepsi bu! Zekiliğinin zaman zaman kabuğuna sığamamak gibi kötü tarafları da olmuyor değildi; ama bunları, yaptığı diğer güzel şeylerin yanına koyunca, pek de sözü edilir şeyler olarak değerlendirilemezdi…

Bir keresinde yaşlı bir amcayı karşıdan karşıya geçirmek için elinden tutmuş, işi bitince de adamcağızın yürümek için tek dayanak olarak kullandığı bastonunu elinden kapmış, güç durumda bırakmıştı onu...

Muzipti aslında, ancak kasıt sınırlarına asla taşmayan bir muziplikti onunkisi...

Annesinin  mahalledeki komşu kadınları çağırıp dedikodu kazanlarını kaynattığı bir “gün”de, bir önceki buluşmada arkasından onca lafı edilen Melahat Teyze’nin o an orada bulunmasına da hiç  aldırmadan, Melahat Teyze’nin birkaç hafta önce yapılan dedikodusunu yeniden dillendirmiş, komşu kadınlar arasında ufak çaplı bir meydan savaşı yaşanmasına neden olmuştu…

Elini başının arkasına destek yapmaktan vazgeçti; eli iyiden iyiye üşümeye başlamıştı...

Mevsim sonbahar olmasına rağmen, havanın pastırma yazına çalmasını fırsat bilen seyyar dondurmacıların sesleri yankılanıyordu, toprak yollu sokaklarda...

Hani iplere serili çamaşırların sabun kokulu sularının tepenizden aşağı ahmak ıslatan yağmuru misali yağdığı o sokaklarda...

İşte hep böyle oluyordu...

Çocukluğunun gizlendiği nice duvarlara sahip bu sokaklarda, ne zaman aramaya çıksa geçmişine ait o izleri; o sabunlu suların  yağmurunda yine alnına düşen birkaç damla olurdu; çocukluğundan bugününe tek taşan...

İşte hep böyle oluyordu, tüm  çocukluklarda...

Geçmişten bugüne sızan tüm çocukluklarda...

Saklambaç en sevdiği oyundu, çocukken...

Sanki saklanırken, saklanmanın o gizleyen yüzüne sığınma fırsatı buluyordu; tüm o korkularından...

Her çocuk gibi onun da elbet  korkuları vardı; büyüyene değin başından def edemeyeceği, belki bazılarını ömrünün sonraki anlarına da taşıracağı korkulardı bunlar...

Yanmaktan korkardı, en çok...

Küçükken, tam da daha altısında, babaannesinin kalçasına değdirdiği kızgın soba demirinin izi, sanki ruhuna da hiç çıkmamacasına işlenmişti. Suçu da büyük değildi aslında… 

Babaannesinin bırakın açılmasını, dokunulmasına dahi asla izin vermediği, eşinden ona  kalan siyah renkli ve üzerinde birkaç hayvan figürü işlenmiş sandığın kilidini zorlamaktı, tüm suçu...

Nedense ve her ne varsa içinde o sandığın, kızgın demirin kalçasında bıraktığı izin bir eşinin babaannesinin yüreğinde de çöreklendiğini, kabuk bağladığını düşünmüştü o zamanlar... Hiç de kızamamıştı ona... Altı yaşındaki bir çocuğun hiç beklenmeyen zekasıyla ve tüm yufkalığıyla yüreğinin...

Babaannesi hiç konuşmazdı...

Çoğu zaman yattığı odadan dahi dışarı çıkmazdı. Yaşı seksen dokuz olmasına rağmen, hala tüm işlerini kendi başına yapabiliyor, yardım taleplerini ürküten tiran bakışlarıyla reddediyordu… Sadece bazen banyodayken saçlarının taranmasını istiyordu; o kadar...

Yıllarca tek bir ses bile çıkarmaması, ev halkıyla onun arasında dünyada başka kimsenin bilmediği garip ve eşsiz bir dil doğurmuştu...

Sadece bakışların konuştuğu... Gözlerin gözler dolusu hisleri kustuğu... Esrarengiz ve sadece konuşanla dinleyenin anladığı bir dil... Sessiz, kesik bir dil...

Ses yerine, kelimeleri sadece bakışlarla kanatan...

Bir keresinde babaannesinin dizine uzanma fırsatı bulmuştu, belki de tek iyi anı buydu hayatında, onunla ilgili... Saçlarında banyodan yeni çıkmış olmanın verdiği o ılık ıslaklık vardı ve haliyle babaannesinin dizi de bu ıslaklıktan nasibini almıştı. Saçlarının arasında parmak niyetine gezinen birkaç kemik hissediyordu... Sert ve ürkütücüydü o kemikleri saçlarında hissetmek; ancak yine de o sert parmaklarda bile şefkati giyinmeye çalışan bir çabayı sezdiğinden, hoşuna gidiyordu tüm bunlar...

Çoğu zaman yaşlı bir insanın ağırlığı hissedilirdi evdeki bütün odalarda...

Kollayan...

Açık arayan...

İnsanları kendine çekidüzen vermeye zorlayan...

Bu yaşlı insan, odasından dışarı çıktığı nadir anlarda bile öylesine korku salmıştı ki ev halkına, sanki  tüm kapılar açılacak, içerde ne varsa ve  her ne yapılıyorsa gizliden gizliye, birden ortaya saçılıp dökülecekti...

Gaddar bir insan değildi... Evdekilerin kendisinden bu denli çekinmesi  korkudan değil, yaşına duyulan saygı ve hürmettendi... Onu dışardan görenler,  yeterince tanıma fırsatları olmadığından, sadece gözlerinin ifadesine takılıp kalıyor, onun yüzüyle de beyinlerindeki korkunç yüzler haritasına bir yeni ülkeyi daha ekliyorlardı...

Esrarengiz bir dili mükemmel  konuşan, o  bir çift gözdeki  ifadeyi...

Bilirsiniz siz de; zaman kimi insanları daha çok yaralar... Daha çok yerinden ve derinden yaralar… Kendine  kalıcı şahitler tutmak istercesine...

İşte, seksen dokuz yaşındaki Peri Hanım da bu insanlardandı...

Yüzüne baktıkça, zamanın süreğen bir olgu olduğu, durmadığı ve hep aktığı kolayca anlaşılabiliyordu; derin çizgilere gizlenen anıların dışarı taşan o kısımlarından...

Yüzü, kalın ciltli bir kitabın biraz da aşınmış sırtını andırıyordu...

Üzerine çok gelinmiş, haddinden fazlası istenmiş...
Hep daha fazlayı yük edinmiş fedakar bir yüz...
İçinde çok giz barındıran... Sitemli bir yüz...

Seksen dokuz yılın o bezgin özeti, alnındaki ve yer yer de dudağının yanındaki çizgilerden el ediyordu... Hayat, hiç durmadığını, aktığını daha da kafamıza kazımak istercesine her izde daha da derinden hissettiriyordu…

Hava iyice kararmaya başlamıştı...

Babaannesinin son gördüğü yüzü geldi gözlerinin önüne… Derin bir iç çekti; hemen sonra yeniden sigarasının dumanına sığındı, birkaç nefes daha…

Duvardan aşağı sızan ve biriken su, şimdi çıplak ayaklarını da ulaşmıştı…Ayakları tümden ıslanmıştı artık…

Hiç kıpırdamadı…

Soğuk iyiden iyiye üşütüyordu…

Düşüncesini başka yerlere yönlendirerek soğuğu yok saymaya ve unutmaya çalıştı; hemen bir şarkı mırıldanmaya başladı:
“Ey kör! bu yer, bu gök, bu yıldızlar, boştur boş!
Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut, hoş!
Şu durmadan kurulup dağılan evrende
Bir nefestir alacağın, o da boştur boş!”

Ömer Hayyam’ın rubailerinden biriydi bu… Severdi Hayyam’ı…

“Keşke ben de o dönemlerde yaşasaydım, tanışabilseydim onunla…” diye düşünürken buldu kendini…

Sigarası bitmek üzereydi, ve son kibriti de az önce kullanmıştı, cebindeki ezik paketten bir tane daha sigara çıkardı, eskisi sönmeden yenisini yaktı…

Mırıldandığı şarkıyı camiden okunan sela ve ardından yapılan anonsun yankısı kesti:
“Mahallemizin hatırlı sakinlerinden merhum Mardinli İsmail Efendi’nin kıymetli zevceleri Peri Hanım…”

***

- Öyküyü sesli dinlemek için görsele tıklayın...

Advert
Neler Söylendi?
DİĞER HABERLER
Bile Bile / Ümmügülsüm Hasyıldırım

Bile Bile / Ümmügülsüm Hasyıldırım

29-04-2024 - ÖYKÜ

Huzuru Bulmuşken / Özlem Tarı

Huzuru Bulmuşken / Özlem Tarı

28-04-2024 - ÖYKÜ