Advert

Yaz da Ver

Yazan: Özkan Çetin YAZ DA VER - Truva Edebiyat Dergisi 5. Öykü Yarışmasına Katılan Öykü

ÖYKÜ YARIŞMASI - 18-08-2022 22:35 919 kez okundu.

Yaz da Ver
Advert

YAZ DA VER

Üzerinde asma yaprağı gölgelerinin dans ettiği, müstakil bir evde geçti çocukluğum. 

Kokusu hiçbir zaman görüntüsü kadar güzel olmayan, rengârenk ortanca çiçekleri vardı bahçesinde. Yaşlı ıhlamur ağacının gövdesini yasladığı yorgun bir de duvarı. 

Ilık rüzgârların yan bahçelerden getirdiği yasemin kokusu o duvarı aşar, alabros saçlarımın siyahına karışırdı. Babaannemin kınalı elleri saçımı her taradığında, saklanan o koku birden ortaya çıkardı.

Açılıp kapandıkça arkasındaki küflü çanların koyun sürüsü taklidi yaptığı, ahşap bir dış kapısı vardı. Bu yüzden kimse sessizce giremezdi evimize.

Dallarında uçurtma iskeletleri taşıyan uzun bir kavak ve yaz aylarında davetkâr gölgesiyle uzaktan bir bardak su gibi görünen meşe ağacı vardı.

Adım Ramazan. Aslında annem Murat olsun istemiş. Fakat bir ramazan günü doğduğum için babaannem vermiş bu adı bana. Annem ve babam ben dört yaşında iken bir trafik kazasında vefat etmişler. O yaştan sonra da kız kardeşim Görkem ile beni babaannem ve dedem büyüttüler. Dedem çok çalışkan biriydi. Tüm hayatını boya ve badana işleri yaparak kazanmıştı. Babaannem ise vakit namazları arasındaki boşluğu cam kenarındaki koltuğunda sürekli Kur'an okuyarak geçirirdi. Babaannem, Kur’an’ı Kerim’i akıcı okur ama yeni alfabeyi hiç bilmezdi. Aslında her ikisi de 65 yaşından sonra, Milli Eğitim Müdürlüğü’nün akşamları yaşlılar için düzenlediği okuma yazma seferberliğine katılmışlardı. Babaannem bir türlü okuma yazmayı sökememiş ve sonunda bir harf bile öğrenemeden sıkılıp pes etmişti. Dedem ise meraklı olduğu için kısa sürede okuma yazmayı öğrenmişti. 

Öğrenmişti öğrenmesine ama o günden sonra her şeyi not edip yazmak gibi de bir huy edinmişti. Gördüğünü, yediğini, aldığını, verdiğini… Kısacası gün içerisinde yaşadığı her şeyi yazmak ona tarifsiz bir mutluluk veriyordu. Yanına tarihini de yazarak onları küçük kâğıtlara not eder, o kâğıtları da bir yerlere saklardı. Evin her kenarından dedemin kâğıt parçalarına, sigara baraklarına yazılı notlarını bulurduk. Ceketinin iç cebinden tavuklara aldığı üç kilo mısırı, bodrumda boya kutusunun içinde Bahtiyar Bey’in evini boyayıp elli TL aldığını, telefonun altındaki rehberin arasında beyaz gurk tavuğun altına on iki yumurta koyduğunu, halının altında fasulyeler için sırık hazırladığını…   

Yine bir akşam kareli kumaş sofra bezini dizlerimize örttüğümüz yer sofrasındaydık. Maşınga üzerinde kaynayan güğümden damlayan su damlacıkları kızgın demirin üstünde, içinde yanan meşe odunun şavkı ise mutfak tavanında gezmekteydi. 

Kahverengi kasnak üstündeki gümüş renkli geniş sininin etrafında, Görkem, babaannem ve dedem oturuyorduk. Başlayan kar yağışı ile birlikte Susurluk'ta yine elektrikler gitmişti. Pencere boşluğundan içeri soğuk ve beyaz bir ıslık sızıyordu. Babaannem çoktan ayağa kalkmış ve dolaptan küçük tüpü çıkarıp üzerine lüksü takmaya başlamıştı bile. Karanlık ile birlikte çatal kaşık sesleri de kesilmişti. Lüküsün yanmaya başlaması ile küçük tüpün altındaki bir kâğıt parçası dedemin hemen yanı başına düşmüştü. Kâğıdı alarak lüküs lambanın ışığına tutup okuduktan sonra, 

"Hanım korkma, tüpü daha yeni doldurmuşuz, dört gün olmuş." dedi. 

"Allah sana akıl fikir versin be adam! Senin bu kâğıt çöplerinden ben artık bıktım, elimi nereye atsam senin çerin, çöpün. Sen okuma yazmayı bana zulüm etmek için mi öğrendin? Yine gömleğinin cebine kalem mürekkebi akmış haberin var mı? Kahverengi gömleğini de attım. Hah! Bulur da giyersin artık." diye söylendi babaannem. 

Dedem oralı bile olmamış yemeğine devam ediyordu. Elektrik kesintisi o akşam epey uzamıştı. 

Birden Görkem;

“Dede, bana babaannem ile nasıl tanıştığınızı anlatır mısın?” dedi.

Dedem hem bu soruya şaşırmış hem de sakalının üstünden usulca bir tebessüm bırakmıştı içtiği çorbaya.

Babaannem ise gözlerini dikmiş dedeme bakıyordu.

 “Anlatırım tabi benim güzel kızım. Ama söyle babaannen de dinlesin. Askerliğimi bitirip Tütünlük’e, köyüme döndüğümde, akrabalarım benim artık evlenmem gerektiğine karar vermişlerdi. Ve beni alıp büyük bir tarlanın başına getirdiler.” 

Böyle konular konuşulmazdı aslında bizim evde. Çünkü nedense bizim buralarda aşkın şiiri olur, filmi olur, destanı olur ama aile içinde karşılıklı sohbeti asla olmazdı. Bu yüzden Görkem ne kadar meraklandıysa ben de bir o kadar utanmıştım. Ama bir yandan da merakla dedemi dinlemeye devam ediyordum.

"Tarla başına geldiğimde bizim bir hısım, bre Feyzi! Seç bakalım şu kızlardan birini dedi bana. Baktım etrafta hiç kimseyi göremedim. Nerde diye sorduğumda, çok uzakta tarla ortasında eğilmiş çapa yapan üç kız gösterdiler, benimle eğlenir gibi. Bende onlara nazire olsun diye hiç görmeden şu karakaşlı olan olsun dedim." dedi dedem.

"Babaanneme ondan mı karakaş Ayşe diyorlar yoksa dede?" diye sordu kardeşim.

"Ne bileyim ben kızım, hele sor bakalım kendisine" dedi gülerek dedem. 

Babaannemin de anlattığını dinlemesini ister gibi. 

"Hiç utanmıyorsun değil mi? Şuncacık çocukların yanında konuştuğun laflara bak. Bir de hacı olacaksın hey gidi adam hey." dedi babaannem.

"Ama babaanne bak gördün mü, dedem seni seçmiş işte.” dedi Görkem.

Babaannem hala sinirle söyleniyor, biz üçümüz ise gülüyorduk. Dedem sonunda elindeki kaşıkla babaannemi işaret ederek,

"Yok be kızım, aslında ben bunu seçmemiştim, yanlışlık oldu.” deyiverince kardeşim, ben ve dedem artık kahkahalarla gülmeye başlamıştık.

Babaannem bir yarım saat daha hiç durmadan söylenmeye, dedem ise istifini hiç bozmadan yine öylece yemeğe devam etti. Akşam ezanı okununca, dedem üzerini sofra bezine silkeleyerek camiye gitmek için kapıya doğru yöneldi. Babaanneme doğru dönerek,

“Hanım, yarım saattir konuşuyor, söyleniyorsun. Yahu ben seni hiç dinlemedim ki. Sen şimdi bunların hepsini bir kâğıda yaz, namazdan dönünce ben hepsini toptan okurum.” diyerek gülüp kapıdan çıktı. Onun bu söylediklerine dayanamayıp babaannem bile gülmüştü. Çünkü ne zaman babaannem dedeme bir şeyler söylemeye çalışsa dedem dinlemez, 

"Bana yaz da getir hanım, ben sonra bir ara hepsini okurum." derdi.

Beraber gittikleri okuma yazma kursunu, babaannemin bitirememiş olmasıyla alay etmek hoşuna giderdi. 

Gelen elektrikler ile birlikte camiden dönmüştü dedem. İçeri girdiğinde sakalında bir marul parçası görünce şaşırmıştık. Camiye namaz kılmaya, çenesindeki marul parçasını fark etmeden gitmişti.

“Be hey adam secdeye de mi gitmedin? İnsan yüzündeki marulu nasıl fark etmez? Gözün kör olmasın." dedi gülerek babaannem.

Dedem ise gayet sakin bir ses tonu ile

“Maharet onu secdede düşürmeden eve geri getirebilmekte.” dedi.

Babaannem de bana dönerek, 

"Yaz Ramazan bir kâğıda. Deden bugün camiye sakalında marul ile gitti, düşürmeden geri geldi yaz. Ama unutma bugünkü tarihi de yaz. Seccadesinin altına koyayım ben de." deyince tüm ev dördümüzün kahkahalarıyla inlemişti.

Kız kardeşim ile birlikte hüzünlü başlayan hayatımızda şanslı bir çocukluk dönemi geçirdik. Çünkü neşesiyle tüm yoksulluğu bastıran samimi bir evde büyümüştük. Yıllar aktı gitti sonra. Görkem öğretmen oldu. İlk tayin yeri olan Çorum'a gitti. Ben de İzmir'de bir fabrikada çalışmaya başladım. Arada fırsat buldukça kardeşim ile haberleşir, Susurluk'a onları görmeye gelirdik. Yine dedemin küçük kâğıtlara yazılı notlarını bulur birbirimize okur ve gülerdik. Ve yine babaannem bize o çöp dediği notlardan yakınır, dedemin kaç tane gömleğini tükenmez kalem aktığı için atmak zorunda kaldığını bıkmadan, usanmadan anlatırdı. 

Birkaç sene sonra dedem hastalandı. Hastalığı süresince daha sık geldik Susurluk'a. Bizi görür görmez yanı başındaki sehpaya uzanarak kalemi ve kâğıdı alır "Şu tarihte Ramazan ile Görkem geldi.” diye yazar çekmeceye koyardı. Yakalandığı hastalık bile onu bu huyundan vazgeçirememişti.

Güneşli bir 30 Mayıs sabahında kaybettik dedemi.

Kardeşimle haberi aldığımızda ikimiz de hemen Susurluk'a gittik. Büyüdüğümüz evin bahçesinde büyük bir kalabalık vardı. Ihlamur ağacının altında dedemin uzun tabutu yatıyordu. Gözleri yaşlı babaannemi komşular bir sandalyenin ucuna oturtmuşlardı. Başörtüsünün ucuyla, damlayan gözyaşlarını siliyordu. Kardeşimle koşarak gidip ona sımsıkı sarıldık. Hala o yaşlı feracesinde çocukluğumuzun gri kül kokusunu taşıyordu. Tüm mahalleli birden etrafımızı sardı. Bizi “Allah size ömür versin” diyerek teselli etmeye çalıştılar. Birbirlerine yaşarken gözünü kırpmadan hayatını hediye edebilecek insanlara, biri öldüğünde bunu söylemek ne saçmaydı oysa. 

Ne düşüneceğimi bile bilmiyordum. Hatta düşünüp düşünmediğimi bile. Sonra mahallemizin imamı İsmail Hoca koluma girip beni kenara çekerek,  

“ Allah rahmetiyle muamele etsin Feyzi Amcama. Birazdan mevta gasilhanede kefenlenecek, dedeni son kez görmek ister misin Ramazan?” dedi.

“Olur.” dedim, elimle gözlerimden yanaklarıma doğru süzülen yaşı silerek. Beraber kalabalıktan uzaklaşıp Yeni Mahalle Cami’nin altındaki gasilhaneye girdik. Beyaz sabun kokusu ve su buharı içinde, mermer masa üzerinde yatan dedeme yaklaştım. Zaman bozuk bir saat gibi öylece duruvermişti sanki. Alnını, yanaklarındaki aksakallarını öptüm. İki yanına salınmış ellerini tutarken, gözüme kefeninin kenarına çengelli iğne ile tutturulmuş küçük bir kâğıt parçası çarptı. Hocaya dönüp baktım. Omuzlarını kaldırarak,

"Ne yapayım Ramazan, ne dediysem dinletemedim Ayşe Nineye. Bu burada kalacak diye dünden beri tutturdu. Dinen de caiz değil ama onu da böyle bir zamanda kıramam." dedi.

Katlanmış notu çengelli iğneden çıkarıp açtım. İçerisinde bazı harfleri eksik, zor okunur ve anlaşılması güç bir şekilde,

"28 MAYYıs 2012. Ben kArrAKAŞ AyŞe'n. o gÜN o Tarlıda bİlmeDeNdi oLSA Bni seçtİĞn iÇin AllAh sENDeN raAzı olsUn HAcı. HAGGıNı eLal et." yazıyordu.

Kendisini hiçbir zaman dinlemeyen, sürekli "yaz da ver, sonra okurum" diyen hasta dedeme, sürpriz yapıp sevindirmek için, karşı komşunun torunundan, dedemin hastalığında gizlice okuma yazma öğrenmişti babaannem. Onun bu notu yazdığı gün, dedemin hastalığı ağırlaşmaya başlamış ve bilinci kaybolmuştu. 

Gerçek aşkın ulu orta konuşulmasının abes sayıldığı bir zaman ve kasabada, yıllarca dedemin babaannemden yazmasını beklediği o küçük not sonunda yazılmıştı. Fakat dedem dünya gözüyle o notu okuyamadan göçüp gitmişti. 

Eve dönünce gördüğümüz, mürekkep lekeli çarşafın altına bıraktığı o el yazısı not ile…

“27 Mayıs 2012. Ömrüm buraya kadarmış benim. Babaanneniz size emanet, onu hiç üzmeyin.”

Advert
Neler Söylendi?
DİĞER HABERLER
Rüya Gibi / Ümmügülsüm Hasyıldırım

Rüya Gibi / Ümmügülsüm Hasyıldırım

24-04-2024 - ÖYKÜ YARIŞMASI

Truva Edebiyat Dergisi 2024 Öykü Yarışması Ödül Gecesi Yapıldı

Truva Edebiyat Dergisi 2024 Öykü Yarışması Ödül Gecesi Yapıldı

24-04-2024 - ÖYKÜ YARIŞMASI