Advert

Tüneyiş / Ahmet Kanter / 2024 Truva Edebiyat Dergisi Öykü Yarışması Mansiyon

Yazan: Ahmet Kanter -TÜNEYİŞ / 2024 TRUVA EDEBİYAT DERGİSİ GELENEKSEL 7. ÖYKÜ YARIŞMASI MANSİYON ÖDÜLÜ

ÖYKÜ YARIŞMASI - 16-03-2024 00:39 538 kez okundu.

Tüneyiş / Ahmet Kanter / 2024 Truva Edebiyat Dergisi Öykü Yarışması Mansiyon
Advert

TÜNEYİŞ / 2024 TRUVA EDEBİYAT DERGİSİ GELENEKSEL 7. ÖYKÜ YARIŞMASI MANSİYON ÖDÜLÜ

Farklı bir sonbahardı. Hüzne dair bilinenlerden nasibini almışsa da; sokaklardaki yokluk ve hatıraların ısıran tutumları, tutkuları belirginse de farklı bir sonbahardı, hüznü de buna dahildi.

İki yanı duvarla kesilmiş, çıplak dev ağaçlarla sınırlanmış kahverengi yaprak caddesinde kolunda bir sepet, usul yürüyen masum kadın…

Ne kadar çabalasam da, kelimelerim anlatmaktan aciz kalacak bu ünlü tabloyu. Ama benim kadınım da tablodaki kadın gibi masumken ve sokak, ağaçlar, ölü yapraktan yol buna pek müsaitken anlattığım ha biri olmuş ha öbürü.

Çığlığımı bastırarak kaleme aldığım bu hikâye, hüznü kızgın katmanından sayfama taşımayacaksa kendimi pek maharetli sayacağım.

Kaç yıl var ki gün yüzü görmedi bu kanayan yara. İçten içe kalbimde sızlayan ve ölümü dahi çok gören derdimin orta yerinde kocaman başım, ümitsiz düşüm sızlanmaktayken oldu ne olduysa…

Ona ilk nerede rastladım, nasıl bir kapışmadaydım bilmeden serin soluk bir güz çaldı kapımı? Şimdi yani bu satırlar kaleme alınırken onun, aşığı -sonra bu tanım hakkında pek çok yargılayacaktım kendimi- tarafından bir şeyleri dillendiriyor oluşundan habersiz olacağı muhakkaktı.

Ne zamandır yalnızdım bu serin kasabada ve tek sığınağım sadece tek odalı bekâr evimin daracık penceresinden alabildiğine genişleyen sokağı seyretmekti. Bir pencereden fazlasını arzulayan duyguların çıkılmaz sandığından kaldırmayı başaramadığım uyuşuk başım ve boyuna geceyi teneffüs eden yorgun ciğerlerim içimde diri kalmaya çabalayan kırık bacaklı adamı ağır aksak bir sükûnete itiyordu.

Ben bir yalnızdım. Uyuz bir itin çaldığı içli ezgiler doldururdu kocamış yüreğimi.

Buraya geleli bir kaç hafta olsa da ne çok benden koparılmış ve ben ne çok kendime rastlamıştım ayrıntılarda. Sokağa çok fazla çıkmıyor, yeni insanları bu sessiz sakin güz kasabasında bir gereksinimmiş gibi özümsemiyor, sadece içine hapsolan diğer adamla baş başa kalmanın telaşını yaşıyor ve onu zalimce bir çabayla yaşatıyordum.

Neydi beni bunca yoran?

Kaçtığım bir şeylerin varlığı yadsınamayacak kadar barizse neydi onlar ve ne kadar yıpratılmışlardı?

Düşünmüyordum. Daha çok sakin bir uyku idi verdiğim bu aranın ya da vardığım bu son kıyının adı.

Bilmem, buraya sürüklenirken de bunun bir hesabını yapmış mıydım?

Çok korkmuş ya da çok telaşa kapılmış mıydım?

Bunlar artık silik birer görüntü ya da duyulur duyulmaz bir ses, inilti. Bir yerlerde adına rastlamış olduğum için ya da birileri tarafından methedilmiş olduğu için buraya kadar varmış da olabilirdim. Birinin anlamı diğerini var edemeden geçen bu garip algılar cehenneminde şimdi sükutun kanatları çarpıyor, şimdi ahengin dingin havası soluyordu.

Ah benim mehtabımı arşınlayan doludizgin melankolik insan olma gereğim.

Bu çırılçıplak koşturmacası hayali gemideki denizcinin. 
Dalgaları alabora etme gücünden mustarip geniş, hırçın deniz halim.

Durulmayan, bir küheylana kesen ama haykırdıkça mağlup düşen rüzgârım, kafası ezilmiş dünüm ve yaralı yarınım, kopamayışım, sırra kadem basamadan kayboluşum…

Tuhaf zamanlardı bunlar...

Hiçbir zaman ayrıksı olmaktan kurtulamamış olsam da, fazlaydı tüm bu olanlar. Biraz ya da haddini aşacak kadar.

Öyle çok anlatılmıştı ki kaçışın, sessizliğe dönüşün sızısı hikâyelerde, burada daracık bir odadan, daracık bir zihinle önümde genişleyen tek şey sarı bir güz sokağıyken benim yazacaklarım pek sığ, hatta tekrar kabul edilecekti elbet. Ama o konuşmadan duramayan karanlık büyücü, kapkara bakışlarından fırlatılan kopkoyu bir dürtüyü elime, kaleminin oynak, diretkenlikten uzak, belki karaktere bürünememiş salınımına çoktan vermişti komutunu. Bir köle oluş böylesine kati bir şekilde ilan edilmişken köleye emre itaat kalıyordu yalnızca…

Günlerce ruhumun varlığından habersiz yaşadım bu kasabanın hayal sarısı güzünde. Odam, bana kimsenin sunmadığı bir yakınlıkla temas ediyor ve düşüncelerim artık birer zorunluluk olmadan da boy verebiliyordu, ne zamandır varlığından ümidi kestiğim beynimde. Öylesine bir ses vardı ki geceden sabaha değin kulaklarımdan taşan, “Buna ancak sessizlik neden olabilir” diyordum. Perdesiz penceremden seyrettiğim dükkânsız, taşıtsız, kalabalıksız sokak, sadece ruhu olan, sadece derin hisleri ve yaşanmışlıkları olan tarihi binalar ve onları, hayatın durduğunu ilan eden kaldırımlardan ayıran kalın tarihi duvarlar, uzun geçmişine rağmen aşınması pek mümkün olmamış kaldırım ve sokak taşları duyularımda narin, el değmemiş bir tını bulmakta gecikmemişlerdi. Belki mutluluktu bu tuhaflığın adı. Belki de başkası… Burada daha ne kadar insanlığımın berrak kokusuyla huzuru arşınlayabilirdim bilmiyordum. Bekliyordum. Seyretmek olağanıydı odamın melodisinin.

“Alışmak zor olmalı” diye düşünüyordum...

Odamın daracık duvarları arasında geçmiş ve bugün birer çatışmacıyken ben sadece düşünmek kadar kolay bir uğraş tutturmuştum ve bunun ne kadar süreceği çok da dert değildi. Alışmak kolay olmayacaktı. Öyle ya, geride kalan onca karmaşadan dipsiz bir yalnızlığa demir atmaktı nihayetinde bunun adı. Hesap sorulmadan, zorunluluk her sabah altı buçukta başında o demirden gongunu vurmadan, köpeklerden önce evden çıkıp sıkış tepiş caddelerden içinde kendine güçlükle yer bulabildiğin otobüsle sinirleri mengeneyle sıkıştıracak bir yola düzülmeden, şehir denilen vicdansız tarafından ezilmeden bir güne, günlere, haftalara başlamaya alışmak kolay olmayacaktı.

Düşünmekten kendimi alamadığım yılların ardından salt eylemsizlikten, belki hiçlikten, baştan sona kendime bulandığım ak pak bir aynadan vücuda gelmiş bu yeni hayat sanırım gerçekti. Çeşmesinden içilebilir suyun aktığı, sokaktaki yabancı adamın güler yüzle tebessüm ettiği, sıranın, korkunun, yetme, yetişme ve yetiştirme zorunluluğunun yabancı kaldığı, çok zengin ya da çok fakirin olmadığı, bir süre sonra kötü niyetin peydahlanarak gereksiz bulduğun kalabalığın en azından yarısının ölme isteğinin hayat bulmadığı, salt sokak, selam ve yeterli benliğinin olduğu, uzun ve huzurlu zamanların kasabasıydı burası...

Yalnızlığımın ayyuka çıktığı bir kendinde çoğalış mevsiminde asılıydım aslında.

Kulağıma fısıltılar geliyordu sık sık. Korku ya da endişeden uzak yalnız adam halim tavana bakarken sabit tutuyordu gözlerimi. Bir rüya ya da uyanık olma hali değildi bu. İkisi arasında kalmış bir bocalayış, bunalma, hoşa gidiş. Resimsiz sesler, salt duyumdan ibaret. Bir çocuğun keşfe çıkmaktaki sürüklenişi gibi. Kimden, nasıl bir amacı diri tutmaya çabalamaya çalıştığını bilmeden ana kapılıp gitmek. En çok ne duyardım ve en çok nerede olduğumu duyumsardım bunu şimdi dahi kestiremiyorum. Bunalıyorum düşündükçe ve aklımı fısıltıların hükmünde bir köleymişçesine akışa bırakıyorum. Aradan sıyrılmış birkaç kelime ve içimde etkisi kolayca anlaşılmayan derin -başka ne demem gerektiğini bilmeden verebileceğim en basit tanım bu diye- bir his aklımda kalanların tamamı: ‘Sevgi’, ‘aşk’, ‘mutluluk’ ve ‘imkânsızlık’.

Ne çok tekrardan ibaretti bütün aşk hikâyeleri. Ama benim kadınım bir hikâye kahramanı değildi. Onu ben bir aklın değil, hayatın ve bizi var eden mevcudiyet döngüsünün arasında buluvermiştim. Ansızın. Hala nefes alabiliyor olmak değerliyken algılarımda. Bu varılan yer bir nihayet değilse de ben aradığım nihayetin kadınım olduğunu anlamıştım daha o ilk anda. İlk an… Sessiz ama çığ gibi duyulara, yaşama düşen bir çarpışma, yokluk ile varlığın kapışması en olmadık yerinde dünyanın ve en olmadık zamanında ömrün..

İki yanı duvarla kesilmiş, çıplak, dev ağaçlarla sınırlanmış kahverengi yaprak caddesinde kolunda bir sepet, usul yürüyen masum kadın...

Bu satırlarla belirdin karşımda. Bir ressamın çizgilerinde var olmuştun. Bir yazarının manzara tasviriyle girişini yaptığı kocaman bir romana dökülmüştün. Daha o an, yani sen bir çığ gibi altında kalan beni nefessiz bırakırken buna ‘sonsuz düşüş’ demiştim içimden. Düşünmeden. Kendini isimlendiren bir bilge çocuk misali. Ve sen her köşe başında, caddelerin uçuruma dönüştüğü her buluşmada, uzaklık seni mecburiyet halkasıyla her çevrelediğinde ve ben bu halkanın dışında kendi yerimi imkânsızlık olarak yeniden belli ettiğimde bu düşüş bitmeyen bir sonsuz oldu avuçlarımda. Çocuksu, maviyi ve yeşili aynı anda buluşturabilen, derken korkunç bir nefretle kanatabilen elim bir kazaydı sanki bu. Bir buluşmadan çok bir bulaşma idi. Bulanma. Bulunma. Olma. Dolma... Ah ne çok şeye gebe bırakmıştın daha o an beni. Sen daha ne çok şeydin öyle…

***

Beni bu tüneyişin rıhtımına neyin getirmiş olduğuna hiç bulaşmadan bir yerinden açıyorum defteri. O kilitli kalmış, yılların tozlarla kapladığı tılsımlı defteri…
Hafızam yanıltıyor beni… Ne kadar olmuştu buraya geleli?

Yoldaydım ve serin bir yel çarpıyordu yüzüme. Tuhaf belki ama çocukça bir koşma isteği dolardı içime, bu yelle ne vakit münasebet kursam. Artık bir parçasından bakıyordum yeni sığınağıma. Dışından, dâhil olamadığım kabuğunda bir yerden değil, ısırılmayı bekleyen ham etinden. Belki birkaç çocuk görünmüş, sonra kaybolmuşlardı köşede bir yerde. Sonra bir eskici yitikçe bir yürüyüşle eskinin sokağından saldırmıştı yoklukta çınlayan bir sesle. Kulaklarımda yalın bir musiki de dolaşmış olabilirdi bu hatırlatıcı sesin etkisiyle. Uzunca bir yürüyüştü ve tüneyişteki halimden kendi uzağımı keşfetmeye çıkıyordum adeta. Biliyordum, içimde bir yerde; bu, uykusu kaçmış bir adamın gecenin bir vakti sokağa kendini bilinçsizce atması gibi bir şey değildi. Dingin, heyecandan ve düşüncelerin hain tuzaklarından koparılmış olmaktan filizlenen bir dürtüydü daha çok.

Rüzgâr yüzüme çarptıkça içimden eksilen ağırlıklar çocukların son çıkardıkları seslerle bir bir kayboluyordu. Ayaklarım altında ezilen yaprakların kahverengi yaprak caddesinden pek çok tınının zihnimin kalın katmanlarını aşarak içeri doluşması tarifi mümkün olmayan bir hisler bahçesinde kayıp olduğumu düşündürüyordu. Ve sokak bir köşe başında sonsuz bir yitime uğradığında sen çıkıyordun, nasıl olduğunu bilmediğim bir yokluğun arasından tüm boşluklara dolarcasına… Aklım, ah o hain aklım bana böyle tuhaf cümleler de kurdurur muydun sen?

İki yanı duvarla kesilmiş, çıplak dev ağaçlarla sınırlanmış kahverengi yaprak caddesinde kolunda bir sepet, usul yürüyen masum kadın...

Kumral saçların ve bembeyaz teninle; minik, ürkek ellerinle, beni anlayan ve anlamlandıran kahverengi bakışlarınla bir şekil olmadığını gösteren ve beni de bir şekilden ibaretmişim gibi algılamayan sen ak-pak bir ruhu bana getirmiştin.

Farklı bir sonbahardı, gözlerinden yansıyan hüzün de buna dahildi.

***

- "TÜNEYİŞ" öyküsünü sesli dinlemek için görsele tıklayın...

* TRUVA EDEBİYAT DERGİSİ GELENEKSEL 7. ÖYKÜ YARIŞMASI 2024 SONUÇLARINI JÜRİ GÜNCELLEDİ. AÇIKLAMAYI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN 

Advert
Neler Söylendi?
DİĞER HABERLER
Rüya Gibi / Ümmügülsüm Hasyıldırım

Rüya Gibi / Ümmügülsüm Hasyıldırım

24-04-2024 - ÖYKÜ YARIŞMASI

Truva Edebiyat Dergisi 2024 Öykü Yarışması Ödül Gecesi Yapıldı

Truva Edebiyat Dergisi 2024 Öykü Yarışması Ödül Gecesi Yapıldı

24-04-2024 - ÖYKÜ YARIŞMASI