Advert

Telve'den Çıktım Ben

Yazan: Gülden Kılıç - TELVEDEN ÇIKTIM BEN   - Truva Edebiyat Dergisi 5. Öykü Yarışması Üçüncüsü Olan Öykü

ÖYKÜ YARIŞMASI - 18-08-2022 14:13 1122 kez okundu.

Telve'den Çıktım Ben
Advert

TELVEDEN ÇIKTIM BEN            

Bu kelimelerle ne yapabilirim? Dünya nimetlerinin sergilendiği bir sofra, güzel bir uyku, dört köşe bir ev, ferah bir bahçe, kalabalık bir sokak, egzotik kokuları olan bir kafe, sonsuz bir insan seli, sıcak bir aile, sevgili, neşeli çocuklar… Ne yapılır? Mesela kelimelerden çocuk yapılır mı? Yapılsa çok komik ve yaratıcı şeyler ortaya çıkabilirdi, belki de o zaman dünya daha renkli olma, katı kurallardan ve sınırlardan kurtulma şansına sahip olabilirdi, genlerimize mahkum olmazdık, Tanrı’nın insafına kalmaz istediğimizi ve dilediğimizi yapabilirdik ya da isteyebilirdik ondan, kimse kimsenin bir devamı olmazdı, kimse kimsenin günahını taşımazdı, kimsenin kimseye bir mecburiyeti de kalmazdı. Ya peki insanlar ne yapıyordu bu kelimelerle? Mesela kalabalığın içinden dikkatimi çeken, topuklu ve insan uğultusu içinde seçebildiğim saçları bukleli kadından duyduğum “sevindim”, “çok aşık”, “çorba yap” “hava güzel”, köşeyi dönerken son anda seçebildiğimde “kahve”, “kurabiye”. Muhtemelen bu kelimelerin harika kokuları eşliğinde güzel bir akşam planlıyor, bana sorarsanız ona yaşamak yakışır, o daha çok yaşıyordur. Sonra sokak ortasında avazı çıktığı kadar ağlayan ve annesini pek de umursamadığı, sümüklü ağzına çığlıklar eşlik eden birkaç kelime “kör”, “mavi”, “baba”, “bilye”. Bu çocuk eminim her gününü bilyelerle oynayarak ve babasını bekleyerek geçiriyordur. Bizim cami hocası da var benim kervanda, o müdavimi oldu artık, saati hiç şaşmaz, düzenli adam, neredeyse tik tak tik tak diye sesler çıkaracak,  zamanı 5 vakte bölmenin kolaylığında yaşıyor ama geçenlerde onu biraz sıkılmış gördüm, ne de olsa iki dünyayı birden sırtında taşıyor, her gün arkadaki mezarlıkları birkaç kez dolaşır, onu her önümden geçişinde dinlerim, nede olsa ölümle ve bir o kadar da yaşamla en fazla ilgilenen o, ölülerin bu dünyadaki elçisi, insansı tanrısı gibi hep suskun, gizli ve sırlı.  Kelimeler bazen kalabalık eşliğinde bazen dua okurken ağzından fısıltı halinde çıkıyor. Geçenler de  “selamet”, “kapak” demişti, bir keresinde “şahide”, “hattat”  demişti, dün de “kel”, “göm”, “lanet”, “sabır Allah’tan”, “güzel”, bugünse “zaman”, “kabir”, “yavaş” dedi. Acaba o bu kelimeler yaşadığı neyin bir yansımasıydı, elbette bu ölümle mi yoksa yaşamla mı yıkandığına göre değişir. Bana kalırsa her ikisiyle de yakından ilişkili olarak her akşam bir cennet ve tıpkı bu dünyadaki gibi bir de cehennem inşa ediyordur. Ne de olsa Tanrı bile yaşamı ve insanın dünyasını ancak zıtlıklarıyla doldurabilmiştir. Hocanın her gün yaşamla ve ölümle yıkanması gibi mesela kelimeler de bizi yıkasa ne güzel olur değil mi, bizi sevse, bize inansa, biz onlara inansak, bize yemek yedirse, biz onlara aşık olsak sadece. İnsanlarla aramızdaki bir şey olmasalar, öyle ki o şeyin kendisi oluverseler. O zaman hayat -mutluluk, mutsuzluk, neşe, gülmek, eğlenmek, çocuk yapmak, sevinmek, hatta açılar-  insanlara bu denli bağlı ve bağımlı olmazdı. O zaman birinin bizi bu denli üzeceğini bile bile sevmezdik. Kaybedeceğimizi bilerek yarışa girmezdik. Kahrolacağımızı anladığımız halde kalbimizden, gönlümüzden geçenleri bir bir vermeye devam etmezdik. Onca sancıya rağmen çocuk doğurma zahmetine girmezdi kadınlar, derlerdi ya da isterlerdi ve olurdu. Acıyı da mutluluğu da yaşamak için bu denli beklemek niye? Bazen kendime, beni taşıyan cılız, pis bedenime bakıyorum, sırf şurada, şu sokağın üzerindeki sebilin önünde tuhaf bir hayat yaşamak için 20 yıl yurtta yaşamam gerekti ve bir 20 yılımı da burada geçirdim, berbat bir şey için yaşamak zorunda kalmak yıpratıcı değil de nedir? Bir sonraki berbat şey için bunca çileli ve hummalı bir hazırlık. Bakın şu teyzeye. Elinde bir bastonla buradan mırıldanarak geçmek için 80 yılını tüketti, acaba yaşadı da ne oldu bilen var mı? Belli ki oda zorda, “gidin başımdan”, “ne kaldı ki zaten”, “telveden çıktı” diyor. Doğruluk tarafı yok değil, bana sorarsanız hepimiz telveden çıktık ve bir gün aniden tek tek silinmeyecek miyiz, eh silinenler milyarları buldu. Dünyanın da kısmeti bizleriz, acaba dünya memnun mu halinden? Bazen düşünüyorum Tanrı’nın bir kahve fincanına bakıp dünyaya senin de kısmetin bu, bahtiyar ol sevgili dünyam dediğini. Sinirden gülüyorum, sonra da kendimden daha fazla acıyacağım bir şeyi, gariban dünyayı buluyorum ve rahatlıyorum, ne de olsa o beni de taşıyor.      
Şimdi soracaksınız bana, bu saçma fikirleri nereden buluyorum diye? Tek kelimeyle ifade edecek olursam kimsesizlikten efendim. Benimkisi sizinki gibi yalnızlık, kalabalıklar içinde yalnızlık, romantik bir yalnızlık, anlamsızlık, mutsuzluk, keyifsizlik, sevgisizlik, amaçsızlık filan değil. Ben daha yaşamın bu lüks ve sevimli duraklarına erişemedim, çok gerilerden geldim taa çağlar öncesinden… Bu yüzden kimsesizim. Açıkçası nur topu gibi kucağımda doğan belki de benim kucağına doğduğum (hangisi olduğuna daha karar vermedim), (gerçek şu ki) tam kalbimin üzerinde büyüyen ya da benim üzerinde yeşerdiğim (buna da karar veremedim), büyüdükçe ağırlaşan, ağırlaştıkça kanayan/kanatan bir kimsesizlik.       

Seslerin içinden kopardığım kelimeler sokaktan geçenlere mi yoksa bana mı ait? Ben kopardığıma göre bana ait onlar konuştuğuna göre onlara ait diyebilirsiniz. Böyle düşünmeniz makul, anlaşılır, mantıklı. Ancak yaratım benim yani tescilli kimsesizliğimin. Bu insanlar arasında onlardan habersiz bile olsa kurduğum bu ortaklık sadece beni bu dünyaya biraz olsun ait kılıyor ve yaşamaya zorluyor. Evlatların var diyorum, 20 yıllık sokak üstündeki hayatıma kelimelerle dolu 20 defterin, yaşamak zorundasın, kelimelere borçlusun. Bakın bu akşam ne yapacağım? Gündüz bukleli kadından kaptığım kelimelerle yani “çorba”yı içip sonra bu “güzel havada” “kurabiye”yi “kahve” eşliğinde yiyeceğim. Güzel hayal değil mi, onların gerçeklerinin kırıntılarından demli bir hayal. Çocuğun istemesi üzerine “kör” babasının aldığı “mavi bilye”lerle oynamaya dalacağım ve böylece vakit hızlı geçecek. Yatmadan önce “ölüm”ün “zaman”ı yavaşlattığını düşüneceğim, böylece bir ölüm hali olan uyumanın içine daha güzel dalacağım. Aklıma benim de bir ölüden farkım olmadığı gelecek, aynı mekanı paylaşmak aynı şey yapar mı, eh yapmasa da bir şeyler bulaştırmaz mı? Türbelerden birinin içine kıvrıldıktan sonra ara ara bukleli kadının içip sonra da çevirdiğim fincanın içine bakacağım ve yaşlı teyzenin sözlerini sayıklayacağım falımda: “Gidin başımdan”, “ne kaldı ki sizden”, “telveden çıktım ben.” 
Yalan söylemiyorum tıpkı yaşlı kadının dediği gibi “telveden çıktım ben”, dünyanın falına bakan Tanrı’nın nacizane bir eseriyim. Bunu yetim yurdumdan elimde bavulumla ayrılırken tuhaf kıza gidebileceğim bir isim ve adres sorduğumda anladım. Anne baba hanem boştu, dosyamda bir yolun kenarında beni bulan adamın adı ve resmi vardı. Bıyıklı, göbekli, biçimsiz bir amcaydı ama biraz vicdanlı ki ilk zamanlar gelip birkaç kez sormuş beni, böyle dedi kız. Bence amca merak gidermiş. Vicdan anlık, birkaç kerelik bir şey değildir, sızladı mı bir kere hep sızlar. Sonra kız kollarını bağlayıp masanın üzerine bırakıp gitmemi bekledi. Ben de gittim ama nereye gideceğimi bilemeden çıktım, demir kapı da bunu anlatır gibi arkamdan sertçe kapandı. Birden daha önce yurttan kaçan arkadaşların birbirlerine fısıltıyla bahsettikleri bir kişi aklıma geldi. Eyüp Sultan, gönlü zengin bir insanmış. Yurttan kaçmanın heyecanı ve içerideki arkadaşları kıskandırma sevdasıyla bire bin katarak anlatmışlar meğer. Erkekler dünyası abartı; kadınlarınki ayrıntı işte. Her kaçışlarında Eyüp Sultan diye bir adamın kurduğu kocaman bir sofraya rastlamışlar, dünyanın tüm yiyeceklerinden bir örnek varmış, güneşte hepsi daha da parlak ay altında ise farklı bir lezzete bürünürlermiş, oyunlar, dualar... Dedim en iyisi Eyüp Sultan’ı bulayım. Birkaç kişiye sordum, birileri beni bir otobüse bindirdi ve başkaları son durakta indirdi. Sorduğumda Eyüp Sultan burası, dedi bir amca. Meğer bir insan değil bir semtmiş, pek çok insanmış Eyüp Sultan. Şaşırdım. Sonra biri dedi camisi ve türbesi orada. Gittim, türbenin etrafını tavaf edip camiye de girip çıktıktan sonra halimin perişanlığından aç olduğumu anlayan biri şurada bir aşevi var, dedi. Oraya gittim, karnımı bir güzel doyurdum. Sonra da bu caddeyi, cülus yolunun üzerindeki her şeyi mesken belledim; yolun kenarında mezarlarında yatanları, yolun üzerinden geçen insanları ve onların yaşamlarından kopardığım kelimeleri.           

Sizce ne yapılır bu kelimelerle? Güzel bir sofra, şaşalı konaklar, neşeli kuşlar ve çocuklar, martılar, dev bir deniz, kaplumbağa, kahve, aşk, lamba… Mesela ben, yeniden yapılır mı?

Advert
Neler Söylendi?
DİĞER HABERLER
Rüya Gibi / Ümmügülsüm Hasyıldırım

Rüya Gibi / Ümmügülsüm Hasyıldırım

24-04-2024 - ÖYKÜ YARIŞMASI

Truva Edebiyat Dergisi 2024 Öykü Yarışması Ödül Gecesi Yapıldı

Truva Edebiyat Dergisi 2024 Öykü Yarışması Ödül Gecesi Yapıldı

24-04-2024 - ÖYKÜ YARIŞMASI