Advert

Nalbant Nuri'nin Kaderi / Yusuf Yıldız

Yazan: Yusuf Yıldız -NALBANT NURİ'NİN KADERİ

ÖYKÜ - 29-02-2024 17:29 380 kez okundu.

Nalbant Nuri'nin Kaderi / Yusuf Yıldız
Advert

NALBANT NURİ'NİN KADERİ

Her çekiçle bir çivi, her çivide bir adı sayardı, sesli düşünürdü.

Her isim geçmişten biri olurdu, rahmetli dedesi, ebesi, halası dayısı.

Çırağı kısa boylu, tıknaz gücü kuvveti yerinde on beş on altı yaşlarında ama biraz safça bir delikanlıydı.

Atlardan korkmazdı sıkı sıkı tutar, hangi cins at, eşek, katır olursa olsun ayağı mengene gibi kalın parmakları ile sarardı.

Tek elinden gelen işte bu idi. Kimse onu adam insan yerine koymaz, selam sabah etmezdi. Nalbant Nuri, kasabaya ilk geldiği günlerde o bedavaya nerede ise karın tokluğuna çalışıyordu. Nalbantın aslında bir çırağa, yanında ekmek verecek, bir boğazı daha doyuracak kadar işi de yoktu.

Köyden kente bölgede nam salmış civar vilayetlerde bile nal denilince akla gelen tek isimdi. Nalı adeta el işi örgü gibi hayvanın ayağına çorap gibi işlerdi. Bir zamanlar nahiyede hali hazırda bir döküm tezgahı da vardı ki, döküm işinde de fena sayılmazdı. Her türlü bıçak, balta ,kama, keser, çapa da döker işler satardı.

Şimdi ne eski, ne de eski düzeni vardı. Her şeyi geride bırakarak iki çocuk, bir hanımla memleketinden çok ırak bir kasabaya kaçmıştı.

Nalbantın babası da nalbanttı. Ustalığı babasından öğrenmiş onun yanında yetişmişti. Babası bir hiç uğruna öldürülmüştü. Nahiyede, bu ilk akan kan, ilk cinayet de değildi. Babasının kimseyle bir husumeti yoktu. Sevilen sayılan sözü dinlenen, kendi halinde işinde gücünde bir adamdı. Bir kavgaya denk gelmiş tarafları ayırırken arada kalmış bıçaklanmıştı.

Tüm nahiyede bilinen bir gerçek vardı ve herkes buna uymalıydı. "kana kan, dişe diş" aksini düşünmek bundan kaçmak imkansızdı.

Bir aralar Nuri de babasının öcünü almak istediyse bile, bunun bir kaza olduğunu aklına getiriyor kendini dizginliyordu. Hem o da mapus damlarına düşerse, iki çocukla bir kadın nasıl ayakta kalır yaşama tutunurdu. Bunları hep düşünür olmuş artık nahiyede yaşayacak toplum içine çıkacak yüzü kalmamıştı.
Başka çaresi de yoktu.

Tası tarağı toplayıp iki çocukla hanımını da alarak at arabası ile yollara düşmüş yaşadığı her şeyi geride bırakmıştı.

Üzgündü, kırgındı, hiç olmadığı kadar çaresiz ve kimsesizdi. Artık ona "şapkayı at da yemeni tak kafana" diyecek birileri de olmayacaktı. Uzağa daha da uzağa gidip her şeyi unutmak, yeni bir hayata başlamak istiyordu.

Sırf kendisi olsa bunları dert etmeyecekti. İki tane küçük gelecek vaat eden oğullarının kaderi, nahiyeden dışarı adımını atmamış okuma yazma bilmeyen karısı olmasa zaten örfe uymuş çoktan mahpusun yolunu tutmuş olacaktı.

Adını bile duymadığı vilayetlerden geçmiş hiç bilmediği bir kasabaya gelmişti. Kasabanın hemen çıkışında derme çatma bir gece konduyu kiralamış yeni çırağı Ayhan'ı da burada tanımıştı. Ayhan, gecekondunun sahibinin oğluydu. Ona iş bile teklif etmemiş o kendiliğinden nalbanta yardım ederek, her gün yanında sessiz sakin onu seyrederek işi az çok öğrenmişti.

Nalbant, merhametli adamdı, ondan bu şekilde yararlanmak onun saflığından bir şey kapmak ona yakışmazdı. İyi kötü bir şekilde çorba kaynatacak kadar beş on kuruş kazanıyordu, günden güne ustalığını konuşturuyor adını duyuruyordu.

Kazancına göre çırağını unutmuyor hakkını veriyordu. Ayhan’ın hak, hukuktan, paradan puldan haberi yoktu.

Önüne ne konulursa onu yer, üç gün yemek vermesen açım demezdi.

Onun tek bir işi vardı; atlar ve nallar, bir de önüne kazan ile konsa onu bitirmeden asla kalkmazdı. Boğazına düşkündü.

Ayhan, annesinin tek oğluydu. Başka da kardeşi yoktu.. Annesinin hayata tek tutunacağı dalı, kolu Ayhan'ıydı.

Ayhan’ın babası, Ayhan daha iki yaşındayken askerde kaza kurşunun hedefi olmuş annesi genç yaşta dul kalmıştı. Ayhan, baba şefkatini annede bulmuş olsa gerek ki bir kez olsun babasını sormamıştı. Belki de bu duyguyu içine atmış baba şefkatini Nalbant Nuri’de aramaktaydı.

Nalbant Nuri gerçekten de baba adamdı. Ayhan'ı iki oğlundan ayırmamış Ayhan'ın durumundan ötürü ona günden güne daha içi ısınmış, baba gibi davranmaya başlamıştı. Artık onu tüm benliği ile kabul etmiş aileden biri gibi görmeye korumaya kollamaya başlamıştı.

Aradan bir kaç yıl geçmiş, nalbant, işleri iyiden iyiye büyütmüştü.

Eski ustalığını konuşturmanın vakti gelmiş döküm ocağını tıpkı baba ocağında ki günlerde olduğu gibi dumanı tütmeye ateşler çıngılar çıkmaya başlamıştı.

Bir kere alışmıştı bu bilek. Rahat edemezdi o çekiç örsün sesini zaten aklından silememişti. Gel zaman git zaman çocuklar büyümüş yatılı okullara gurbet ellere yol almışlardı. Çocukların baba mesleğini sürdürecek ne bir hevesleri ne de öyle bir zanaatkarlıkları vardı. Bir kez olsun her iki erkek çocukta yan barakadaki döküm ocağına uğramamıştı. Nalbant da bunun farkındaydı, bu iş onunla beraber ölecek tezgahı düzeni çırağı Ayhan'a kakacaktı.

Ayhan bu işi onun gibi çevirebilecek miydi? Belki zanaatına diyecek yoktu ama iş sadece nal sökmek, nal çakmak, örsün üstünde bıçak dövmek, su vermek değildi, Hesabı kitabı vardı bu işin. Gelen gidenle hasbihal edilmeli hal hatır sorulmalıydı. Ayhan’da bunların hiç biri yoktu. Düşündü düşündü; "Allah kerimdir" dedi. Gün ola harman ola diye iç geçirdi.

Çocukları yaladıkları mürekkebin hakkını verdiler ikisi de devlet kulpuna yerleşmişlerdi. Büyük zabıt katibi, küçük de mübaşir olmuş her ikisi de babalarına yük olmaktan kurtulmuşlardı. Nalbantın artık karısı ve yanında evlat bildiği Ayhan'dan başka da kimse yoktu. Bundan sonra Ayhan'ın da Nalbant Nuri'den başka kimsesi kalmamış, annesi hak vaki olmuştu. Ayhan'ın kanuni melekeleri yerine getirecek yeterli aklı olmadığından mahkeme Nalbant Nuri'yi vasi tayin etmişti.

Ayhan Nalbant Nuri olmadan zaten bir hiç gibi yaşıyordu. Nalbant, onun bir hiç olarak kalmasına müsaade etmeyecekti.

Günden güne işler daha da büyümüş, bir kaç başlık ahır ve samanlıkta yapmışlar, içini büyük baş hayvanlarla doldurmuşlardı.

İş güç bu kadar fazla iken günü birlik gündelikçiler ahırcılar da nalbantın işinde çalışıyorlardı. Gündelik gelen işçiler iş ahlaklarından olsa gerek, disiplinine ayak uyduramıyorlar, her hafta yeni yüzler ahırda çalışmaya başlıyor, bir türlü daimi çalışacak adam bulamıyorlardı. İşin yükü yine Ayhan ile Nalbant'ın omuzlarındaydı.

Yaşı da epey ilerlemiş bir tek emanetin boynuna da bu kadar yük yüklemeyi reva görmemiş olacak ki, nalbantlığı ve döküm işine devam edip ahırda ne var ne yok satmaya karar verdi. Mal pazarının yolunu tuttu, elindeki tüm hayvanları kurban veresiyesine kadar civar köyden bir ağaya sattı. Artık üstünden büyük bir yük kalkmış biraz rahatlamıştı.

Eski düşmanları onu dar bir yerde sıkıştırmış ellerinde baltalar ile nalbanta saldırmışlar, tam vuracaklarken kan ter içinde uyanmıştı. “Şükür ki rüyaymış”dedi, doğruldu mutfağa gitti bir tas su içti. Ayhan’ın yatağını yokladı üstünü örttü.

Sabah, bayram namazına kalkacak veresiye verdiği hayvanların parasını alacaktı. Bugün bayramdı, ne bir gelen ne de bir giden vardı. İki bayram geçmişti aradan, çocukları ne bir mektup ne de bir selam yollamamıştı.

Yedi sekiz yıldır da kasabaya hiç uğramaz olmuşlar; anneyi,  babayı unutmuşlardı. Bayram namazını kıldıktan sonra atını eyerledi, veresiyeyi almaya köye, Ağa’nın kapısına gitti. Öğle namazına kasabaya geri yetişti, parayı almıştı. Eve gelir gelmez karısına basma bezden dikilmiş askılı çanta içinde teslim etti.

Ayhan için bayram seyran yoktu yine döküm ocağının başında demir dövüyor eğip büküyordu.

Ayhan'a; ‘’Traktör fabrikası kurulmuş bir kaç seneye kalmaz, millet çitini sürer, yükünü traktörle taşır git gide herkesin kapısına ulaşır, bizim bu meslek de ölür Ayhan'ım ‘’dedi.

Ayhan garibim ‘’ölür usta’’ dedi. Pek de bir şeyin farkında değildi zaten.

Bayramlaşmaya gelenler gidenler oldu, herkesin dilinde kasabaya hırsızlar dadanmış, yok şunu çalmışlar yok bunu almışlarla geçen bir bayram günü olmuştu.

Kasabada daha önce hiç bir olay yaşanmamış kimse kapısına kilit dahi vurmamıştı. Gece olup ayak çekilince, kasabanın sokaklarında in cin top oynuyordu. Her gece gibi o gece de, sessiz sakin ve huzurluydu. Nalbant her gece helaya kalkar evin avlusundan ayın şavkı altında doğduğu toprakları hayal eder tütünü el yapımı lülesine koyar dertli dertli çekerdi.

Ayva ağacının altında bu gece ayrı bir huzur bulmuştu fakat bu huzur çok uzun sürmeyecekti.

Ayhan yan oda da uyuyordu. Karısı uykusunu hiç bölmez top atsalar duymazdı. Nalbant, ayva ağacının altında bir içim daha lülesine tütün bastı, kapı gıcırtısı duydu. Her zaman ki gibi; “Kedi de uyuyamadı herhalde” dedi.

Aradan göz açıp kapayıncaya kadar zaman geçmedi ki, kapı gıcırtısı tıkırtıya döndü. “Hanım kalkmıştır belki de” dedi Ayhan. Epey bi zaman oturdu. Tan yeri ağarmaya başlamış horozlar ağır ağır ötmeye başlamıştı. “Sabahın bu saatlerini seviyorum” dedi.

Hafif bir meltem, doğuya doğru kızıl bir hale güneşin gelişini müjdeliyor gibiydi. Hocanın ezan sesi ile bir kaç ışık kasabada belirmeye, koyun kuzu sesleri gelmeye başladı.

Avludaki çeşmeye oturdu, abdestini aldı ve sabah namazı için kasabanın tam ortasındaki çifte minareli camiye doğru yol aldı. Namazını kılmış tezgahının başına geçmişti.

Alüminyum demliğe suyu koydu altını yaktı. “Nasıl olsa Ayhan da birazdan gelir Allah ne verdiyse bi iki lokma yeriz” diye düşündü.

Hanımı kahvaltıya gelmez öğle yemeğine kadar bir şey yemezdi. Çayı demlemiş vakit de bir hayli geçmişti.

Ayhan, bu kadar hiç geç kalmaz, yat uyu desen de uyumazdı. “Bir tas şeker doldurayım hem de Ayhan'ı bi yoklayım uyuyorsa hiç uyandırmayım” diye düşündü.

Elinde tas, evin kapısına doğru yürüdü. Kapıyı itti; yarı açık olmasına rağmen tam olarak açılmıyordu. Biraz daha zorladı ve güç bela içeri girecek kadar araladı. Kapının tam arkasında boylu boyunca uzanmış yalın ayak üstünde pijamaları ile Ayhan’ı etrafı kan gölüne dönmüş bir şekilde gördü, gözlerini kapadı, tekrar açtı kafasını sağa sola salladı bu Ayhan olamazdı eğildi nefesine baktı eli yüzü buz gibi olmuş emaneti çoktan ölmüştü. Kapının girişindeki sandalye devrilmiş su sürahisi devrilmiş ortalık darmadağın olmuştu.

Hemen kendini topladı, bu kadar boğuşma gürültüden nasıl olur da karısının haberi olmazdı, nasıl olanları duymazdı. Hemen odasına yöneldi, el işlemeli yorgan hiç bozulmamış ortalık derli topluydu. Yatağın baş tarafına geçti karısı yatağın içinde olduğu belliydi, hafifçe yorganını ucundan kaldırdı, karısı gözleri açık ona doğru bakıyordu ; "Mukaddes" diye seslendi, karşılık alamadı.

Biraz daha kaldırdı, yatağın içinde kan göl gibi çöreklenmiş karısı da ölmüştü. Donakaldı, ayakta durmakta zorlanıyor, titriyor, odanın içinde kendi etrafında dönüp dönüp duruyordu. O koskoca adam, bir ağaç gibi dizlerinin üstüne devrildi. Ayaklarında derman kalmamış, balyoz gibi kolları yaprak gibi titriyordu.

Ayva ağacının altında otururken duyduğu kapı gıcırtısı ile içeri giren kedi değil hırsızdı, tıkırtı sesi evin içinde çalacak bir şey arayan hırsızın ayak sesleri idi. Hırsız evde epey bi zaman geçirmiş, nalbantı evin havlusunda görmüş, camiye gitmesini fırsat bilerek içeride bir şey ararken Mukaddes Hala’nın yattığı odaya gitmiş, orada bez çanta içindeki parayı bulmuş ve Mukaddes Hala’nın çığlığı ile paniğe kapılarak defalarca kadını bıçaklamış, seslere uyanan Ayhan ile kapının ardında boğuşmuş, onu da bıçaklıyarak evden para dolu bez çanta ile kaçmıştı.

Olay, kasabada hızlıca yayıldı, dehşet korku ve panik tüm kasabada iyiden iyiye hissediliyor kasaba sakinleri kapıya çıkmaya korkar olmuştu.

Olay, ilçede duyulur duyulmaz jandarma kasabayı sarmış, kasabadan dışarıya kuş uçurtmamıştı. Daha mevtalar defnedilmeden katilin yakalandığı kasabada duyulmuş ve  milletteki korku ve paniğin yerini kara bir yas almıştı.

Nalbant Nuri kaderin değişmez bu yüzünden bu sefer de kaçabilecek mi idi? Bu sefer nereye kiminle kim için gidecekti?

Eve giren hırsız kasabadan tanıdık orta yaşlarda kaba saba eşkıya gibi biriydi.

Yaşlısı genci tüm köylülerin arasından, elleri kelepçeli jandarma kollarına girmiş jipe götürülürken kimi yüzüne tükürüyor, kimi ona vurmaya çalışıyor, kimi de “Boyun posun devrilsin cani” diye bağırıyorlardı. Ortalık, mahşer yeri gibi kalabalık olmuştu.

Nalbant bir kez daha kaderin bu cilvesine boyun eğecekti. Taşı sıksa suyunu çıkaracak bu yiğit, dağ gibi heybetli adam  doğduğu güne geri dönmüş gibi idi sanki. Kendi kendine mırıldandı; ‘’Doğar doğmaz ağlar bebeler, bir can gelir bir can gider, bana da bu iki canı çok gördü kader.’’ dedi.

Cenazeler defnedilmiş akşam alaca karanlığı kasabanın üstüne çökmüştü. Nalbant atını eyerledi, alaca karanlığa doğru atını sürdü. Sanki yer yarılmış içine girmişti Bir daha ne gören oldu, ne de nerede olduğunu bilen.

"Kader derler bunun adına
Ört adet hepsi bir yana
Kim kıymış ki bu cana, insana
Alnıma yazılmışsa bu kara bela
Silgi olsam da silsem bir daha
Kalem olsam yazsam bir daha"

Advert
Neler Söylendi?
DİĞER HABERLER
Tavan Arasındaki Ölüm / Elmas Tunç

Tavan Arasındaki Ölüm / Elmas Tunç

02-05-2024 - ÖYKÜ

Ne Kedisiz Ne Kitapsız / Nevin Aktekin Gülfırat

Ne Kedisiz Ne Kitapsız / Nevin Aktekin Gülfırat

01-05-2024 - ÖYKÜ