Advert

Körebe

Yazan: Tijen Ergönen - KÖREBE

ÖYKÜ YARIŞMASI - 18-08-2022 22:42 1061 kez okundu.

Körebe
Advert

KÖREBE

Kapı yanı, pencere kenarı, yirmi dört numaralı koltuktayım. Otobüs kalktığından beri kızgın güneş peşimde, ışığı dalga dalga yüzümü yalıyor. Perdeyi çekiyorum. Biri bana mı seslendi? Boynumu periskop gibi uzatıp otobüstekileri kolaçan ediyorum. Aniden dönüp ensemdeki gözleri avlıyorum. Yorulup koltuk başlığına yaslıyorum kafamı. Göz kapaklarım iniyor. Dalmak üzereyken ayak kokusuyla uykum dağılıyor. Nefes almakta zorlanıyorum. Kokunun geldiği yönü bulamıyorum. Yanımda oturan gözlüklü kadın rahatsız olmuşa benzemiyor. Tepemdeki havalandırmaları ayarlıyorum. Perdeyi açıp gözüm kamaşana kadar akıp giden tarlaları, ağaçları, tepeleri, küçük köyleri, otlayan hayvanları, güneşte parlayan cami kubbelerini seyrediyorum. Anayol kenarındaki sararmış otlar arasından tarla fareleri çıkıyor birer, ikişer. Hızla kayan bu görüntünün gerçek mi, hayal mi, yoksa ikisinin bir oyunu mu olduğunu kavrayamıyorum.

Önümde uzayan yollar, kafamda çetrefilli düşünceler var.

Gözlerim sulanınca tekrar kapatıyorum perdeyi. Dün gece sabaha kadar uykuyla güreş tuttuğum için bir ağırlık çöküyor üzerime. Kardeşimi düşünüyorum. Bölük pörçük anılardan en çok “b”yi patlatarak “Apla,” diyen sesi, dudaklarını büzerek “Yapayşam göyüyşün,” deyişi kalmış aklımda. Yine de emin değilim, tam yirmi yıl geçti üstünden. Belki de başka çocukların sözcükleri yer etmiştir zihnimde.

On yaşımdayken üç yaşındaki kardeşimin apartman kapısının giriş basamağında boş, plastik bir su şişesiyle oyun oynayışı, unutamadığım tek görüntü. Üzerinde kusmuklu, ter kokulu bir penye tişört (Annem tıka basa yedirdiği için hep birazını geri çıkarırdı.), altında bağcığı açılmış beli lastikli şort, ayaklarında bez ayakkabılar. Burnunun bir deliğinden akan sümüğe aldırmadan büyük bir ciddiyetle şişeyi basamakta araba gibi sürüşü… Onu bırakıp bir ara su içmek için ikinci kata, eve çıktığımda “Kapının önünde,” demiştim anneme, “oynuyor.” Tuvalete girip biraz oyalanmıştım. Döndüğümde yoktu. Seslendim, mutfaktan elma getirdiğimi de söyledim, mayhoş yaz elmasını severdi ama görünürde yoktu. Sokağın başından sonuna kadar girmediğim delik, sormadığım kimse kalmadı. “Tombul yanaklı, küçük bir oğlan çocuğu,” diyordum nefes nefese, “elinde boş bir su şişesi vardı.” “Osmaaan,” diye çınlayan sesimin tedirgin titrekliği, ağlamaklı bir çığlığa dönüşmüştü. Öğle güneşi kızgındı. Saç diplerimden fışkıran ter gözyaşlarıma karışmış, gelip geçen herkes başıma toplanmıştı.

O gece babam kayıp ihbarında bulundu, annem ağlayarak çırpındı durdu. Nasıl, neden kaybolmuştu? Kaçırılmış mıydı? Günlerce kopardığım saç tellerimden yaptığım küçük topları oyuncak kamyon kasasına doldurdum. Kapı zilinin, telefonların sesine kulak kesiliyor; umutlu ve gergin bekleyişlerin ardından gelen işe yaramaz haberlerle, evin içinde boy vermiş hayal kırıklıkları arasında kayboluyordum. 

Kardeşimin yokluğunda çok bocaladım. Ellerimi yanaklarıma dayayıp, saçıma dolayıp, onun küçük parmaklarının izlerini sürüyordum. Gıdıkladığımda nasıl kıkırdadığını, kahkahalarını, karnım ağrıyana kadar beni nasıl güldürdüğünü hatırladıkça kendimi tutamayıp o anları tekrar yaşıyordum.

Yanımda oturan gözlüklü kadın omuzumdan dürtüyor, gülmekten katılıyormuşum neredeyse. Bazı yolcuların gözleri üzerimde. Otobüsten bir uğultu dalgası geçiyor. Toparlanıyorum.

Doğduğunda nefret etmiştim ondan. Daha kundaktayken “Oğlan, oğlan,” diye müjdelenmişti. Geç saatlere kadar çalışan babam erkenden eve gelir olmuştu. Annem daha önce görmediğim kadar gururlu ve mutluydu. Altını açtıklarında fıskiye gibi işemesine gülüyorlar, el, ayak hareketlerine büyülenmiş gibi bakıyorlardı. Eve gelen konu komşuyu, akrabaları neşelendiriyor, emziği tutuşuna, çıkardığı saçma sapan seslere bile övgü üstüne övgü alıyordu. Evden bir an önce kurtulup ilkokula başlamaya can atıyordum. Kimseye ondan bahsetmeyecektim. Kardeşim falan yoktu benim.

Gün geçtikçe evin kralı olmuştu sanki, herkes etrafında pervane. Aylarca somurtup uzağında durdum. Zaten babam da onun yanına çok yaklaşmamı istemiyordu, “Bebeği yalnız bırakma,” diye annemi tembihlemişti. Bir gün altı açıldığında merak edip izledim. Baş parmağımdan yakaladı beni. Sesimi çıkarmayınca minik parmaklarıyla saçıma yapışıp keyiften ayaklarıyla havada tepindi, kucağıma çıkıp diş etlerini kaşımak için çenemi kemirdi. Karşı koyamadım. Büyüdükçe oyunlar kurmaya, etrafındakileri oyununa dahil etmeye başladı. At gibi sırtına biniyordu babamın. Koltuğuna oturduğunda bile boş bırakmıyor, ayak bileklerine yerleşip tahterevalli gibi kaldırtıp indirtiyordu kendini. Ben de heveslendim bir keresinde. Babam ayıpladı bakışıyla, “Olmaz kızım, sen artık büyüdün,” dedi. Küçüklüğümde oynadığımızı hatırlayamadım. Kızgındım. Burnumu tutmuştum hemen, “Öf ayakların çok kötü kokuyor zaten, istemem” diye.

Karakola gittiğimizde hapse atılacağımdan korktum. Ağladım. Neden hep aynı şeyleri soruyorlardı? O günü tekrar tekrar hatırlattılar. Sonunda aklıma geldi; yanından ayrılmadan önce körebe oynamak için saç bandımı bağlamıştım Osman’ın gözlerine. Beni bulamayınca gözündeki bandı çıkarıp atmış olmalıydı. Peki nereye kaybolmuştu?  

Otobüsü limon kolonyası sarıyor. Arkalardan kesik kesik bir bebek ağlaması duyuluyor. Yanımdaki kadın gözlük camlarını silerken sol bacağımın titremesine bakıyor. Gövdeme çapraz astığım uzun saplı çantamdan telefonumu çıkarıp kulaklıklarımı takıyorum. Sevdiğim şarkılar sakinleştiriyor beni. Sol bacağımın titremesi azalıyor. Sosyal medya hesaplarıma, resimlere, videolara tıklıyorum. Epeyce bir zaman başkalarının dünyasında geziniyorum. Muavin telaşla ön tarafa gidiyor. Otobüs yavaşlayıp duruyor. Sağ tarafta oturanlardan bazıları pencere camına abanmış dışarı bakıyorlar. Jandarma kontrolü var. Kulaklıklarımı ve telefonumu çantama koyuyorum. Kapılar açılıyor. Biri önden, diğeri arkadan iki asker biniyor otobüse. “Kimliklerinizi çıkarın,” diye bağırıyorlar.

Lisedeyken benden başka herkes kardeşimden ümidini kesmişti. Kaçırıldığına inanıyorlar, bunca zaman bulunamadığına göre hayatta olmasına bile mucize gözüyle bakıyorlardı. Babam iki defa boşanmanın eşiğinden döndüğü annemle artık hiç geçinemiyordu. Benimle de arası bozuktu.

Ayaklarının koktuğunu defalarca yüzüne vurmama rağmen aldırmadı, birkaç kez de üzerime yürüdü.  Neyse ki her seferinde annem tutmuştu kollarını.

Kardeşimi bulup babamın karşısına çıkarmak hayatımın tek amacıydı. Babamın yüzündeki kuşkulu, öfkeli bakışları, karamsar, mutsuz çizgileri temizleyip donuk mavi gözlerinin aynasında kendimi görebilmeyi, bana minnetle bakmasını istiyordum. Annem bambaşka bir âleme kapanmış, dikiş nakışa vermişti kendini.  Dünya yansa yaptığı işleri bırakmıyor, eline kumaş aldığında saatlerce yerinden kımıldamıyordu. Tanıdığım, tanımadığım insanların, akrabaların, komşuların peşine düşüp hafiyelik yapıyordum.  Osman’a benzeyen yaşıtlarını bir köşede sıkıştırıp doğum belgelerini, kimlerden olduğunu sorguluyordum. Şikâyet edenler oldu.

Psikolojik tedavi önerdiler. Bizimkiler umursamadı, “Zamanla geçer,” dediler. Okulda, mahallede benimle arkadaşlık etmek isteyen de kalmamıştı. Gözüm ne yakışıklı oğlan görüyordu, ne de eğlenceli parti. Kardeşimin yaşadığını, onu bulacağımı anlatıyordum herkese. İçten içe konuşup dertleşiyordum onunla. Bazen mırıltılarım dışarı taşıyor, beni tuhaf bulanların sayısı artıyordu.

Dünyadan kopuk, bunalımdan beslenerek, beynimin açtığı otomatik bir pencereyle ders çalışıp sınavları geçtim. Liseyi bitirdikten sonra üniversite okumak için tercihlerime başka şehirleri yazdım. Zaten evdeki hava, nereye gidersen git, ne yaparsan yap havasıydı. Öğretmen olup yurdun çeşitli yerlerinde çalışmak, bir yerlerde kardeşime rastlamak istiyordum.

Doğduğum, büyüdüğüm Manisa’dan uzak, kıt kanaat, yurt odalarında sık sık hastalanarak okuduğum Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Coğrafya Öğretmenliği’ni bitirdikten sonra Antalya’da bir Anadolu lisesine atandım. Neredeyse rüzgârda uçacak kadar zayıflamıştım. Öğrencilerin bana “Çiroz” lakabını taktıklarını başka öğretmenlerden öğrendim. Sınıfa girince uğultularından, tepişmelerinden, neşelenmek için fırsat kollayan, birbirlerini dürten enerjilerinden gelen gücü kendime çekip ağırlığımı koyuyordum ortaya. Ses tonum, duruşum değişiyor, sahneye çıkmış bir sunucu varsayıyordum kendimi. Türkiye coğrafi haritasını açtığımda sesleri kesiliyor, anlattığım bölgeyi tarihiyle, yolculuk hikayelerimle desteklememden hoşlanıyorlardı. Tur rehberiymişim gibi sorular soruyorlardı. Bazen Osman’a benzettiğim birinin diş teline, diğerinin çatallı sesine, bir başkasının kaş göz hareketine takılıp kalıyordum. Kaldığım yeri hatırlatan öğrencilerin sesleri, gülüşleriyle silkiniyordum. Derslerde, okul koridorlarında, kantinde ona benzeyenleri takip edip peşlerinden gidiyordum. Soruşturunca tedirgin oldular tabii. Şikâyet ettiler, müfettiş görevlendirildi. Uyarı cezası aldım.

Bunalmıştım. Saç tellerimi koparmaktan azalan saçımı kısacık kestirdim. Bu arada annemle babam şiddetli geçimsizlikten boşandı. Babam altı ay sonra yeniden evlendi. Yarım ağızla çağırdığı nikah törenine katılmadım. Tayinimi istedim. Nerede ihtiyaç varsa oraya gidecektim. Kars’ta, Adıyaman’da çalıştım. Yerel gazetelere, sosyal medya hesaplarıma “Kardeşimi arıyorum” başlığıyla ilanlar verdim. Kaybolduğu tarihi, küçüklük resmini yayınlattım. Bazıları kardeşim olduğunu iddia ederek bana kilometrelerce yol teptirdi. Umduğumu bulamadan geri döndüm. 

Asker tepemize dikiliyor, gözlüklü kadının kimliği hazır. Ben de çantamdan çıkarıyorum. Bana benzeyen bir öğrencimin kimliği. Ne uydurup aldığımı hatırlamıyorum, sadece şaşkın bakışlarla verdiği aklımda. Kimliğin kontrolü sırasında pencerenin perdesini açıp güneşe bakıyorum. Yukarı yükselmiş, artık zararı yok. Umursamaz tavırlarım askeri çabucak kovalıyor başımdan. Jandarma kontrolü bitince otobüs Trabzon’a yol alıyor.

Anadolu’nun birçok yerinde kardeşimi aradığım duyulmuştu. Sosyal medyadan, elektronik postayla haberler alıyordum. Çoğunun sahte veya eğlenmek için olmasına alışmıştım ama ya içlerinden biri doğruysa? Hepsini değerlendirmem gerekiyordu. Seyahatlerim artmıştı. Devlet okulundan istifa ettim. Para dediğin çabucak bitiyordu. Kayseri’de özel bir okulda işe başladım. Çalıştığım okulda matematik öğretmenliği yapan kız arkadaşımın iki odalı kiralık evine taşındım. Nişanlıydı, yakında evlenecekti zaten, geçici bir süre birlikte kalacaktık. Evde özel dersler veriyordu. Öğrencilerden aldığı paralar geceleri beynimde tur atıyor, yaptığım hesaplar uykumu paramparça ediyordu. Odasında bir yerde zulası olmalıydı. Kardeşimi bulup babamın karşısına çıkarınca çalışıp borcumu öderdim. Dersimin olmadığı bir gün parasını sakladığı yeri buldum. Yastık kılıfının içindeydi. İki gün sonra, doktor randevum nedeniyle öğlene kadar izinli olduğumu söyleyip ev arkadaşımı okula gönderdim.

Telefonumdan numarasını engelledim. Paraları sakladığı yerden alıp bavuluma attım, hızlıca hazırlandım. Kapıyı çekip çıktım. Kardeşimi bulana kadar nerede akşam, orada sabahtı. 

Telefonum çalıyor. Elime alıp bir süre bekliyorum. Yanımdaki kadın gözlüğünü burnuna indirmiş bana bakıyor. Otobüstekilerin telefonu açmam için üfürdükleri nefesler boğazıma dolanıyor, içimi titretiyor. İsteksiz açıp kulağıma dayıyorum. “Efendim baba?” diyorum. “İyiyim, sınav sorusu hazırlıyorum.” Kadının bakışları yine üzerimde. “Gelemem, işlerim var.”  “Sünnet mi olacak?” “O, şey o, yani Osman daha küçük değil mi?” 
Babamın yeni karısından oğlu Osman. Doğduğunda bir defa görmeye gitmiştim. Çok itiraz etmeme rağmen kardeşimin adını koydular. “Beklemeyin beni,” diyorum telefonu kapatırken. Son anda “Kızım,” dediğini duyuyorum. Konuşmayı bitirmek için acele mi ettim? Tekrar aramaya cesaretim yok. Yanımdaki kadın “Kim sünnet olacak?” diyerek sokuyor burnunu boynuma. Kızgın öğle güneşi yemiş gibi ter fışkırıyor saç diplerimden. Dudaklarım mırıldanıyor, “Hangisi, nerede, ne zaman?” diye dönüp duruyor sorular. Sonra yüksek sesle “Kardeşim Osman,” diyorum, “tombul yanaklı, küçük bir oğlan çocuğu, elinde boş bir su şişesi vardı, gördünüz mü?” Ayağa kalkıp bütün otobüse aynı soruyu birkaç kez daha soruyorum. Kimseden çıt çıkmıyor. Muavin elinde limon kolonyasıyla yanıma geliyor. İstemiyorum. Yirmi dört numaralı koltuğa yığılıyorum.
Önümde uzayan yollar, kafamda çetrefilli düşünceler var.

Advert
Neler Söylendi?
DİĞER HABERLER
Rüya Gibi / Ümmügülsüm Hasyıldırım

Rüya Gibi / Ümmügülsüm Hasyıldırım

24-04-2024 - ÖYKÜ YARIŞMASI

Truva Edebiyat Dergisi 2024 Öykü Yarışması Ödül Gecesi Yapıldı

Truva Edebiyat Dergisi 2024 Öykü Yarışması Ödül Gecesi Yapıldı

24-04-2024 - ÖYKÜ YARIŞMASI