Advert

Kent ve Portreler -1 / Orhan Sarı

Yazan: Orhan Sarı -KENT ve PORTRELER /1

DENEME - 06-01-2024 20:08 298 kez okundu.

Kent ve Portreler -1 / Orhan Sarı
Advert

KENT ve PORTRELER /1

Kent yaşlanır…

Zamanın ısrarlı ama görünmez, çoğu kez de ölümlü bir insanın ömrünü de aşan sabrı; var olana galebe gelir.

Kent yenilir…

Malzeme yorulur. Binalar eğrileşir. İnsanlar ölür…

Yorgunlaşan yapılar; birbirine yaslanarak bir süre daha ayakta kalmaya çalışırken, yaşananları da sabit gözlem yoluyla kaydeder. Yaşanmış nice acıları, nice sevinçleri biriktirdiklerinden, umur görmüş halleriyle hep çelebice davranırlar. Horasan harcının, kerpiçin çözüldüğü bir kovukta, yabani türde ısırgan otuna benzeyen nebatat hayat bulur. Büyür. Duvarın rağmına gelişir. Ölmekte olanın bağrında, yeni bir hayat; ısıtmayan ama ılık bir gün güneş ışığına doğar.

Ölmekte olanın hüznü ile yaşayanın sevinci, kendilerine ayrılan zamana, sağır bir dilsizlikle, lal olmuş dilleriyle tanıklık ederler; bize ait hatıraları da sarıp sarmalayarak.

Kentin ve bireyin ekonomisi, gelişen mimari, bütün gayretlerin rağmına ölümlüdürler. İnsanlar gibi…

Tarih eksi sonsuzdan yani evvelden; artı sonsuzluğa yani geleceğe lineer bir zaman olarak akıp gitmektedir. Biz bilinmeyenden bilinene doğru akıp giden ve hayat denilen iki ucu açık zamanın ara-kesit yolcularıyız. Ya da, ara durak yolcularıyız.

Doğuyoruz. Her canlı gibi ölümü tadarak, bize armağan ömrü sonlandırıyoruz…

Binaların da kaderleri, insanlar gibi…

Vasatlar, erken ölümlü. Anıtsal mimari, biraz daha tahammüllü. Bakımsızlar erken; manda yoğurdu, ejder meyvesi yiyenler biraz gecikerek de olsa kaçınılmaz akibete yakındırlar. Boşuna uğraşmayın; portakallı ördek de yeseniz, bademli, kestaneli, safranlı pilav da yeseniz bu değişmez.

Bana sorarsanız yeryüzünün en adil olan şeyi; ölümdür.

İranlı şairin de dediği gibi; aynı adillikle ve  haşmetle vurur hem şahı hem fakiri… Yavuz’un bile cihan titreten azametli kudreti; şir-i pence denilen bir küçük sivilceye yenik düşmüştür. Bir ahuya zebun edilmiş ömür nihayetlenmiş, Sivas Kal’asında toplanamamış hatıraları kalmıştır.

İnsanın yiyeceği, nihayetinde o da, her gün olmamak üzere 125 gram ettir. Bunu 175 grama çıkarın; kolesterolünüz, tansiyonunuz zıplar.

Kent Bilimciler, kent mezarlarını şehrin görünen hakim tepelerine planlayın ki, herkes akıbetiyle her gün yüzleşerek yaşasın. Cenazelerin en sevdiğim yanı budur. Akıbetinizi görürsünüz. İhtiraslarınızı   gözden geçirirsiniz… Ne diyor bozkırın tezenesi; evvelim sen idin, ahirim de sen sandım.

Kapitalizmin yerleşik dinamiklerine aykırı sözler söylediğimin farkındayım. Uygarlığı var eden ihtirasa aykırı davrandığımı da görüyorum. Bülent Ersoy deyişiyle; "fevkinin de farkındayım." Hukuk literatürü ile bilinçli ve taksirli haldeyim. Önü arkası bu; emanetçiyiz, yeryüzü konuklarıyız. Konuk, konuk olduğu hanenin örfüne, töresine saygılı davranır. Onlara zarar vermez, incitmez…

Bu minvalde, bana ait olmayan topraklardan, bana ait topraklara bakıyor; bana ait olmayan ve bana ait olmayacak zamanların arasından; bana ait zamana bakıyorum. Başka bir ifadeyle evvelsiz ve sonrasız sürecin bana ait ara kesitinden bakıyorum.

Yaşadığım, tanıklık ettiğim kente dair insan hikayeleri biriktiriyorum. İnsan hayatı bir yol hikayesidir. Ömür size armağan edilmiş zaman içre yaptığınız yolculuktur. İnsanı müzeyyen kılanın, hikayesi olduğunu düşünüyorum. Geniş manada sanat, dar manada edebiyat; bu destansı insanların serüvenini konu edinir. Onu tasvir eder. Bunu Nazım; “toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, cahil, hakim ve çokturlar kahreden ve yaratan ki, onlardır, destanımızda yalnız onların maceraları vardır’’ diyerek en iyi şekilde ifade ettikten sonra, benim gibi acizenin burdan hızla çıkmasında yarar var.

Gül yaprağının sarıp sarmaladığı çiğ tanesi özenindeki hayattan; kirpik ve göz kapaklarımın hassasiyetle koruduğu gözbebeğimle baktığımda; çıkmaz sokağımızda genellikle çift kanatlı ahşap kapılı tek katlı geniş avlulu mahmur evler hatırlıyorum. Burada yaşayanları, bir mıh gibi hafızama kazıdım. Güllü Teyze’nin iki eşli beyi Hacı Amca’nın, ara sıra gürültülü de olsa, iki eşini bir avluda iki eve sığdırma başarısını bugünkü zaviyeden bakınca, klinik bir başarı olarak görüyorum. Hengame olunca, bize, Melahat Hanım’dan çok Güllü Teyze sığınırdı. Babamın dışarıda yakılıp odaya alınmış maşası da olan mangal başında; sabır içerikli uzun öğütlerinin Güllü Teyze’nin ağlamaklı haline çözüm olmayışını izledim.

Maşa, aynı zamanda terbiye aracıydı. Sınırı aşan yaramazlıklarda, annemin elinde, acısı kadar iki demirin birbirine vuran şakırdaması ile ortaya çıkan sesi; üzerimizde oldukça etkiliydi. Kapı arkasındaki süpürge de, anne terliği de, maşa gibi çift roldeydi. Annemin isabetli terlik atışları, kim bilir kaç bininci egzersizin ürünüydü.

Annemin aksine, babamdan korkardık ama dayak yediğimi de hatırlamıyorum. Ama bunu nasıl başardığına dair sırrına vakıf olmuş değilim. Kadınlar yaz geceleri; evlere gündüzden sızmış sıcaklığından ötürü, kapı önlerindeki hasırlarda, eşleri olmadan topluca oturma geleneğini yaşatırlardı.

Karşımızda, Bekçi Hasan otururdu. Bekçi değildi ama bekçi giysileri vardı. toplum acıma duygusuyla bu tür davranışlar gösterir. Apo’nun başında da zabıta şapkası ve bekçi düdüğü bulunurdu. Akhisar’ın kurtuluş günü, fener alayı gibi gecelerde, bu düdükle konvoya yol açardı. Eskortluğunu da, kimse yadırgamazdı. Bunu da, oldukça sert dozda yapardı. Demek ki, bugünün devlet erkanını koruyan görevlilerin asabiyet kökeni, bizim Apo orjinli. Bekçi Hasan’ın en belirgin özelliği, Hitler vari bıyığı idi. El kol hareketleri de benzerdi. Ama yaşasın zafer çağrıştırmalı; “Hail Hitler” sözünü duymadım. Demek ki, 2. Dünya Savaşı iletişim çağı; bizim sokağa iletişim kayıpları ile ancak bu kadar gelebilmiş. Lili Marleen’i de muhtemelen duymamışlardı. Naylon Hitler Bekçi Hasan; toplanan kadınların önüne dikilirdi. Hızlı konuşmasını çözümleyemiyordum ama; “Niye burada oturuyorsunuz? Evlerinize dağılın.” mealinde bir içeriği vardı. Uzun da sürmezdi. Hızlı adımlarla evine yönelirdi. Adeta, evlerindeki eşlerine söz geçiremeyen mahalle erkeklerinin tercümanı gibiydi. Ama kanıksanmışlık ve bizden biridir düşüncesi otorite tesis etmeye yetmezdi. Hasırda oturumlu geceyi sonlandırmada, Rukiye Teyze’nin; “Haydi, geç oldu. Herkes, evine dağılsın” sözü daha tesirliydi. 

Sungurların evinin dibinde, Kahveci Mehmet Ağabey’in de kiracı olduğu, Hacı Baba’nın evi vardı. Her gün, büyük bir disiplin içerisinde iri tulumba tatlılarını yapardı. Hacı Anne dediğimiz umur yüzlü, beyaz tenli, daim beyaz örtülü, saygın haliyle yer bulmuş anılarımda. Suyun öte yakasından geldiklerini biliyorum. Çocuksuz olduklarını biliyorum. Sanki, olmuş da ölmüş… Hacı Baba’nın, Hacı Anne’nin marifeti sandığım ve hiç kirli görmediğim abartılı giysileri vardı. Başında bir aşçı külahı, beyaz bir ceket, önünde beyaz bir önlük. Üç tekerlekli, oldukça küçük, itilerek hareket eden, ayağı ile tekerini sıkıştırıp üstten el gücüyle bastırarak kaykıttığı  teknikle yön değiştiren el arabasında, ciddiyetle ve büyük bir disiplin içinde iri tulumba tatlılarını satardı. Manidar olan, her günkü üretimini bir türlü çocuk gözlemiyle izleyememiş olmamız. Satın almak istediğimizde, kapıdaki bilinerek açılmış temaşa imkanı vermeyen ebatlardaki delikten parayı uzatıp bize uzatılan tulumba tatlısını almak  ile iktifa etmek zorunda kalışımızı unutamıyorum. Kimyacı ciddiyeti sırrıyla tatlısını yapıp sattı ve  öldü.

Son hallerini gördüğümü sandığım Selman Selimgil’i, mahallede hemen hemen at arabası dışında taşıt görmeyen yerleşik görselliğimi sarsan bir arabadan inerkenki haliyle hatırlıyorum. Bükülmüş beli vardı. Zenginlik ibaresi olarak gördüğüm, Tepeköylülerin merdivenlerini hatırlıyorum.

Sanki, annemle bizi girişteki geniş salonun köşesindeki fiskos koltuk masasında, özenli giyinmiş ve bakımlı halini hatırladığım Münevver Yenge’ye konuk edilişimizi anımsıyorum. Yanlış da hatırlamış olabilirim, asıl hafızamdan ön belleğime taşıdığım sislerden bana kalan bu kadar.

Hep iyi giyinen Faika Abla’yı da, kendine güvenen asri üslubuyla, sürekli işe giden özgüvenli mahalle ebesi Saffet Hanım da  belleğimin kaydına geçmiş.

Bu, iki kanatlı ama genelde tek katlı avlunun derinliklerine yerleşik evlerin; güzel kapı tutamaklarını ve metal kapı tokmaklarını ben hiç unutamadım. Kapılar ağaçtandı. Zengin kapıları çağının ferforje demirinden, estetik görünümlü haliyle çok kıttı. Gecenin görünmezliğinden yararlanarak bir köşeye sinip, ince bir ip marifetiyle çekerek çaldırdığım kapı tokmakları için, bütün mahalleden 67 yaşın bana verdiği çelebilikle özür diliyorum. Sizleri, uzun avluların taş döşemeli yollarından dış kapıya kadar, büyük ihtimal, iki yöne eşit kaykılmalar yaparak romatizma, siyatik, lumbago ağrıları ile yürüttüğüme çok pişmanım.

Bağışlayın beni…

Büyümek, sanıldığı kadar kolay değil. Elinizden tutup yolda karşıdan karşıya geçirmişliğime, pazar çantalarınızı taşıdığıma, bakkaldan ekmeğinizi almama verin, ödeşelim…

Editör: Serhan Poyraz 

Advert
Neler Söylendi?
DİĞER HABERLER
Yeni Ufuklar Açmak / Hamdi Tabanlı

Yeni Ufuklar Açmak / Hamdi Tabanlı

22-04-2024 - DENEME

Yaşamak Sanattır / Aydın Hanzala

Yaşamak Sanattır / Aydın Hanzala

15-04-2024 - DENEME