Advert

Dosya / Hakan Cucunel

Yazan: Hakan Cucunel -DOSYA

ÖYKÜ - 31-03-2024 01:49 314 kez okundu.

Dosya / Hakan Cucunel
Advert

DOSYA

Bazen hiç tanımadığı bir insana en zayıf yönlerini açmak ister insan. Zayıf yanlarımızı saklamak, bir sırrı saklamak kadar ağırdır. Sonuçlarını bildiğimiz ya da tahmin ettiğimiz halde bunu yapmak bize aykırı ve kendimizden korkmamıza neden olacak bir haz verir. Yazmak da aslında bu işin ta kendisidir. Ankara’da öğrenciydim. Boş zamanlarımda okuyamadığım kitapları, kitapçılara gider,  kısım kısım okurdum.

Bir gün, bir kitapçıda bir kitabı kaldığım yerden okurken en azından yetmişli yaşlarında olan bir karı kocanın kitapçının içindeki yazıhane gibi bir yerin önünde beklediklerini fark ettim. Belki de oraya sonradan gelmişlerdi. Belki de zaten oradaydılar. Yaşlı adamın elinde, üzerinde DOSYA yazan birden fazla dosya vardı. Saman kağıt olan ve yarım kapaklı olanlardan. Bunların bir kısmı zımbalanmış, bir kısmı delgeçle delinip iple bağlanmış, bir kısmı da iple sıkılarak zapt edilmişti. Kalınca bir kaç A4 topu. Daktilo ile yazılmışlardı galiba çoğu da.

Hanımefendi uzayan bekleme süresine rağmen canını sıkıyor gibi değildi. Beyefendi ise sıkılmış biraz da hırçınlaşmıştı. Belli ki kendilerine söylenen saatte gelmelerine karşın uzunca bir süredir bekliyorlardı. Yaşlı Bey, sıkılsa da orada kalmaya ve kendisine söz verilen görüşmeyi yapmaya azimliydi yine de.

Hanımefendi kendi yaşına göre zarif giyimli olmakla birlikte –sütlü kahve etek ve ceket- hafif kiloluydu. Saçları ilerleyen yaşına karşın özenle boyanmış, düzgünce taranmıştı. Boynunda fular ile hoş görünüyordu ve eşinden daha gençti. Hafif topuklu ayakkabısına rağmen eşinden kısa ama havalıydı. Alyans dışında artık yaşlanmış olan parmaklarında “kaşlı yüzük” olarak bilinen bir zamanların modası olan o yüzüklerden vardı.

Beyefendi, boylu posluydu. Saçları ağarmıştı. Alından açılmış olsa da yaşına göre saçları vardı. Eski tip bir takım elbise içinde, henüz boyanmış parlak ayakkabıları, ceketinin yakasında süslü bir rozet ile şıktı. Birilerinden koruyor gibi tuttuğu dosyalarını sıkmış olan elinin üzeri, yaşlılık lekeleri ile dolmuş, buruşmuş, kurumuş, bütün canlılığını yitirmişti. Kemikleri belirmiş bu elin üzerindeki deri canlı bir doku gibi durmuyordu. Aramızdaki mesafe onları ayrıntılı incelmeye izin veriyordu. Beyefendinin kulakları, geçen yaşıyla beraber büyümüştü.

Yapılması muhtemel bu görüşme için değildi bence bu görünüşleri. Onlar zaten şık ve bakımlıydılar. Belki de evde birbirlerine “Bey” ve “Hanım”larla sesleniyorlardı. Beyefendi her gün düzenli olarak tıraş olmayı bir angarya olarak görmeyen, öğlen yemeğinden sonra sade kahve ile birlikte tek bir sigara içen kuşaktan olmalıydı.

Okuduğum kitaba olan ilgim dağıldı. İstemeden onları izlemeye başladım kenardan. Sanırım yarım saat daha geçmiştir. DOSYA yazılı dosyadaki kâğıtlarda neler vardı ki acaba? Olasılıktır ki öyküler veya birden fazla romandı o top kâğıtlarda olan. Kendi aralarında konuşurlarken, Hanımefendinin, eşine moral vermeye çalıştığını, bu beklemenin olağan olduğunu anlattığını hissediyordum.

Sonra, bir an; çok ama çok kısa bir an, bu bir zamanların yakışıklı beyefendisi ile göz göze geldik. Onun bakışlarında; anlatılsa insanı Dostoievski yapacak bir utanma’nın mı desem -mahcubiyet; utanmadan biraz daha derince ve ruha işleyen bir söz galiba- mahcubiyetin geçtiğini gördüm. Keşke görmeseydim. O ifadenin, o bakışın, o mahcubiyetin biriken yıllarla ne kadar güçlü ve etkili olacağını bilmiyordum o yaşlarımda.

Orada bekliyor olmaktan, o yaşta olmaktan, geç kaldığını, geç fark etmiş olmaktan, belki giyiminden bile... Belki de bilmediğim ve asla da bilemeyeceğim başka bir yığın şeyden taşan, koyu kıvamlı bir mahcupluk. O an orada, her ne varsa bütün bunların hepsinden çoğalan; bir utanma duygusu, yüzünü çarpıtarak geçip kayboldu. Ve beyefendi, bakışlarını, bu çarpılmayı, yüzdeki oranların bozuluşunu saklamak için belki, matlaşmış gözbebeklerinin bakışlarını yere eğdi. Düzgün yüzü, biçimli burnu, seyrek ve uzun kaşlarının bütün simetrisini bozan bu utanma; benim kalbimin içinde bir yerleri bir ustura sızısıyla çizdi, canımı yaktı, ruhumu kanattı. Bu ince kesiğin kanayışı yıllardır hiç bitmedi. Öldürmeyen ve iyileşmeyen bir kesikle kalacağımı, bu kesikle yılların geçeceğini bilemezdim.

Ne kadar olduğunu unuttuğum bir süre sonra, içeriden orta yaşlı bir adam “Rıdvan Bey, buyurun Efendim” diyerek beyefendiyi yazıhaneye davet etti. Adının Rıdvan olduğunu öğrendiğim beyefendi, sağ elinde tuttuğu ya da tutunduğu dosya topuna biraz daha sarılarak, duruşunu dikleştirip, ceketinin eteklerini elinin tersiyle, bir alışkanlıkla düzeltip, davet edildiği odaya doğru, kırk yaşında bir adamın adımları ile girdi. Hanımefendi bulunduğu kitap tezgâhının önünde bir süre durakladıktan sonra beni fark etti. Bana doğru bir iki adım yaklaştı. Seyrelmiş kirpikleri, eşininki gibi yarı matlaşmış gözleri ile yandan göründüğünden daha yaşlıydı. Gülümsedi. Güzelleşti. Gençliğinden kurtarıp getirebildiği dişi bir edayla, ona baktığımı fark etmişti.

Biraz utandım izlerken yakalandığım için. Gayet kendinden emin bir ses tonu ile “Rıdvan Bey, gençliğinden beri yazar, durur. Bunlar kaybolur gider Muzaffer, bastıralım” dedi. “Geldik bakalım, kabul ederlerse bastıracağız” dedi. En az yetmiş yaşında olan Rıdvan Beyden, çocuğundan bahseder gibi konuşmuştu. Bir süre sonra erkekler, kadınların çocuğu gibi oluyordu, bunu daha önce de fark etmiştim. Yaptığı işe saygı duyuyor olduğunu düşündüm. Herhalde yazdıklarını ilk olarak Muzaffer Hanıma okuyordu. Ama Rıdvan Bey ve yaptıkları, yazdıkları ve kaygıları eşi Muzaffer Hanımın ses tonunda bir çocuğun yaptığı bir şeydi sanki. Bir çocuğun kaygıları ve her şeyiydi Rıdvan Beye ait olan bütün kaygılar. Bu sözler yaşlanmış ve kurumuş dudaklarından rahat bir tonda çıkmıştı.

Bu sözler, belki de ve büyük olasılıkla daktilo başında geçen yüzlerce saatin, yapılan düzeltmelerin, ansızın parlayan ve zamansız sönen parıltılı hayallerin, her seferinde güçlü bir vazgeçişin ardından inatla ve ısrarla yeniden doğup kısa süre sonra silinen heveslerin ve boşuna harcanmış onlarca yılın hakkını vermeden ya da veremeden ve yapılan haksızlığın farkında olmadan, dökülmüş ve yere değdiği anda kristal kesme cam bardakları gibi ihtişamlı bir gürültüyle kırılıp dağılmışlardı.

Orada daha fazla kalıp kalmadığımı hatırlamıyorum. O dosya basılmış mıydı? Yoksa olumsuz bir yanıt daha alıp eve mi dönmüşlerdi? Eve dönerken konuşmuşlar mıydı? Rıdvan Bey, bu yanıtla daha da mı yaşlanmıştı? O gün sımsıkı tuttuğu ya da tutunduğu dosyasını masasına nasıl bırakmıştı? Masada duran o dosyaları, yaşlı elleriyle bir kez daha okşamış ve vedalaşmış mıydı? Kaderine ve kederine artık küsüp vaz mı geçmişti?

Ama bunların hiçbirisi beni, Rıdvan Beyin yüzünde gördüğüm o utanmaya benzeyen ve yaşına hiç yakışmayan ifade kadar etkilemedi. O zamanlar anlamamıştım. Bu duygunun, şahit olunan bu anın, ruhumdaki yerini yıllarca aradığını, kendine bir yer bulamayıp boşlukta dolaştığını, ilgisiz anlamsız yerleri kendine denediğini ama bir türlü yerleşemediğini, aranıp dururken ağır ve devasa bir sarkaç gibi örneğin ilgisiz ve bambaşka bir duygunun kenarına köşesine çarparak kırdığını, incittiğini veya yırttığını – örneğin küçücük ve anlık mutluluklar, yaşama tutunduğum hayati yerler, yaşamı sürdürme isteğimi canlı tutan kılcal damarlar- yıllar geçerken ara ara sezdiysem de tam olarak anlamadım.

O utanış benim aklımın içinde ilk günkü yakıcılıkla ve yıkıcılıkla sağa sola çarparak, çarptığı yerlerde önüne gelen porselen kırılganlığındaki yerleri kırıp dağıtarak kendine yer aradı durdu. O gün, o yüzde gördüğüm, acımasızlıkta ve yıkıcılıkta ısrarcı  o utanış; canlılığını, gerçekliğini bir an olsun kaybetmedi. Hiç solmadı, yıpranmadı, zamana karşı dayanma gücünü hiç yitirmedi, eksiltmedi ve olasıktır ki bırakın azalmayı, arayıp da bulamadığı yerin kıyıcı hırçınlığı ile en sevdiğim şeyleri yaparken, sevgimin renklerini soldurdu.

Aklımın içinde bazen dupduru olan, kaçıp seyrine doyamadığım en temiz göllere, günün en büyülü saatinde, kapkara bir mürekkep gibi damladı. Ne zaman bütün yüreğimle gülecek olsam, gülüşümün güzellikten uzak kıvrımlarını bana çirkin, eskimiş, kenarları soyulmuş bir aynada gösterdi. Bitmeye duran gençliğimi sesli olarak, gözlerimin içine bakarak söyledi. Yaşlanmakta olduğumu, bunun kaçınılmazlığını, en sevinçli anlarımda kulağıma tekrar tekrar fısıldadı. Kaybolduğunu zannettirerek, ara ara uzaklaşıp en beklemediğim anlarda ansızın önüme çıkarak beni ve hayallerimi kırdı. Sözlerimin en güzel kıvrımlarına, işçiliğine bir işporta tezgâhında satılan ucuz ürünlerin sıradanlığını ekledi. Ansızın kırılan heveslerimin, erken biten sevmelerimin, bitmeyen kederlerimin sebebini boş yere arayıp durmuştum geçen yıllar boyunca.

Yazmak denen illetin bana; bazen bir kadının, doğururken duyacağı tarifsiz hazzı ve acıyı verirken, bitirdikten sonra sanki yanlış kişiyle yaşanmış ve ama aslında engel olunsa olunur bir sevişmenin verdiği pişmanlığı vermesinin nedeni;

O gün o beyefendinin yüzünde gördüğüm o mahcubiyeti, bir gün benim de yaşayacak olmaktan duyduğum o korkuydu.

Advert
Neler Söylendi?
DİĞER HABERLER
Tavan Arasındaki Ölüm / Elmas Tunç

Tavan Arasındaki Ölüm / Elmas Tunç

02-05-2024 - ÖYKÜ

Ne Kedisiz Ne Kitapsız / Nevin Aktekin Gülfırat

Ne Kedisiz Ne Kitapsız / Nevin Aktekin Gülfırat

01-05-2024 - ÖYKÜ