Yeşil Zeytin / Atiye Gümer Tümüklü

Yazan: Atiye Gümer Tümüklü -YEŞİL ZEYTİN
Advert

ÖYKÜ - 08-05-2024 18:56

YEŞİL ZEYTİN

1.
Aradan geçen bunca yıl sonrası Yağmur Sevdalısı’nın yaşadığını, hem de yaşadığım şehirde olduğunu öğrenmek, sadece çekilen derin bir “oh” olamazdı. Bunca zaman içimde estirdiğim urağana es verip bir kırk ikindi yağmurunda yazılmış o uçuk mavi şarkıya ulaşmak demekti. Yanımda bir başkaları olsa da aklımda hep o vardı. Unutmak istedim, beceremedim. Anımsatan o kadar çok şey vardı ki…

Mevsimsiz çıkmış bir kırlangıç fırtınasına tanık olmak, içli bir şarkı duymak. Ilımış hava, yağmur arkası ıslak toprak kokusu ve gökkuşağının moru, açmış bir çiçek, uçan kelebek…

Önümde yürüyen bir kadının rüzgârda uçuşan uzun kumral saçları…

O, benim için ekmek-tuz, solunan hava-içilen su, dere kenarındaki salkım söğüdün gölgesi, sıcak ekmeğin kokusu; gök mavisi, yaprak yeşili, kar beyazı; müzik, şiir, resim…

Her anışımda bir yerlerim kesilmiş gibi canımın yandığı…

Bunca zamanı onsuz yaşamaksa, hızını ayarlamayan bir kuşun, yalı yarlara çarpıp kanatlarından birinin yaralaması gibiydi. Daha doğrusu peşimi bırakmayan vicdan azabı. Oysa onunla sadece kırk ikindi yağmurunda ıslanılmazdı. Güneşte kurunulur, soğukta üşünülürdü. Beraber gülünüp ağlanırdı. Sadece pazartesi, salı değil, haftanın yedi günü, yılın bütünü, birlikte yaşanıp ölünürdü. Varlığa-yokluğa, hastalığa-sağlığa katlanılırdı.

Güzellik, iyilik ve doğruluk adına her ne varsa paylaşılırdı. Bunları üretip çoğalmak varken kapatıldığı kunt kalın duvarların arkasından, yaşadığı buhranlı anın ürünü, o ayrılık isteyen mektup her şeyin sonu oldu. Canı tenden ayırmadı ama nice tozu dumanı savurup, suya hasret gülü çimeni kavurdu. Öteki renkleri soldurup geride siyah beyazı bıraktı.

O mektubu yazmamalıydı. Yazılsa bile okunmamalıydı. Hadi okundu, istediği yapılmamalıydı. Yükselme hevesine kapılmış, kendisine gelecek zarardan korkan, bunca güzelliğin önünü kesti. Karşı durması gerekirken direnmeyip seyirci kaldı.

O ayrılık mektubun üzerinden kaç bahar kaç yaz, güz geçti? Nice düğünler oldu. Kimler ayrılıp kavuştu. O gün doğanlar büyüdü. Anne baba olup çoluk çocuğa karıştılar. O günleri yaşayanlarından kimler öldü, kimler sağ kaldı? Özümdeki can yangısı, sılaya duyulan hasret gibi hep yerinde kaldı.

2.
Aldığım haberden sevindirik oldum. Heyecandan gece uyku tutmadı. Sabahın erken sayılan saatinde küçük oğlanın düğününe aldığım takımı giymiş olaraktan yola döküldüm. Yaşlanmış ayaklarımın ikisi birden genç bir delikanlı olup bir an önce ona koşmakta acele ederken aklım, ona götüreceklerini listelemekteydi. İlk sırada elbette çiçek olmalı. Koltuğumun altına kıstırdığım çikolata kutusuyla bunca zamandır önünden geçip gittiğim çiçekçiye alacaklı gibi daldım. Çiçekçi, oturduğu yerden sabahın ilk alıcısı için ayaklandı. Beni fazla yaşlı ve yorgun bulmuş olacak ne istediğimi sormadan, oturacağım yeri gösterdi.

“Emmi, hele bir otur. Tık nefes olup soluk soluğa kalmışsın. Çayı yeni demledim. Bir bardak katayım mı? Sabahın danında bu acelen niye?” Son cümleye takılıyorum. “Sondakinin beş küsurunu saymazsam tam kırk yıllık bir gecikmişliğe.”

“Gül,” diyorum, “kırmızı gül. En tazesinden, en yeni kesilmişinden.Çok da şık ama üzerinde ıvır zıvır, böcek, boncuk olmayacak. Çabuk tutasın elini.”

“Sıkma canını yediğim dayım, o iş bende. Kalfaya bırakmam. Hayırlı işin var anladım Dayı. Toruna, kız mı isteyeceksin? Ne mutlu sana! Onu da görüyorsun. Ha… Allah bizlere de nasip etsin.”

Bunca özenli tıraşa, giyime kuşama karşı hâlâ torununa kız isteyecek birisi gibi görünmek. Hiç hoşuma gitmedi. Camlı kapıda kendime bakıyorum. Dıştan öyle görünmediği gibi içim ayrıldığımız yaşta.

“Emmim, gül yerine pembesinden beyazında gösterişli orkide de olur bak. Son trend bu; “Ben, bir dayı bir emmi yapana, nota verir gibi bir emir.

“Ben tren bilmem. Orkide değil gül. Kırmızı gül.”

“Dayım bu işi kuralına göre yapacaksam, ne için olacağını bilmem gerek. Kızın ailesiyle tanışma mı, kız istememe mi, söz kesme mi?”

“Tanışma dışında hepsi. Bunca yılın sancılı özleminin bitişi, Can yangısının otaması, dilenmeden kalmış özür. Daha sayayım mı?”

Çiçekçinin beni dinlemediği verdiği yanıttan belliydi.

“Sormam şu ki hepsinin ayrı ayrı kuralı, her kuralın sayısı var.”

“Sayı kural bilmem. Güzel bir kadının kucağını dolduracak kadar kırmızı gül.”

“Dayım benden söylemesi. Bu işi genelince akşam üzeri yaparız. Çiçekler taze kalır pörsümez. Bu kıyaklıkta benden olsun. Adresini ver bana, evine kadar göndereyim.”

“Olmaz, yanımda götüreceğim. Hazırlamanı bekleyeceğim. Bitince bana bir de taksi çağrıver.”

“Benim dayıma bak sen… Bu güller… Vay be! Aklımı… Ben de deminden beri tutturdum torun torun diye. İkinci bahar yaşamak senin de hakkın.”

Hazırladığı gülleri taksiye yerleştirirken; “Yakamoz Huzurevi” dediğimi duydu. Arkamdan; “Vay be, bak sen şu bizim sabah siftahı teneşir horozuna!” dediğin duyar gibi oldum.

3.
Çıtı pıtı hemşire, Yağmur Sevdalısı’nı tekerlekli sandalyede getirip tam karşıma bıraktığında tanımakta zorlandım. Aradan geçen bunca zaman sonra onun, ne tanıştığımız gündeki gibi birden boşanan kırk ikindi yağmuruna aldırmadan, uçuşan beyaz etekleri uzun düzgün bacaklarına yapışmış, kendi çevresinde semazen gibi dönen iri gözlü kız olacağını ne de ayrıldığımız gün gibi verdiği kararın doğruluğuna inanmış, özgüveni yüksek, karşımda dimdik duran kadın olacağını düşünmüştüm. Durulup durgunlaşmış olmasını beklerdim de…Hemşire adeta cıvıldadı.

“Yağmur Sevdalısı anneciğim, gelmeden önce odanda anlattığım gibi,” deyip sözünün arkasını getirmedi.

Bana; “Amca, ilk duyduğunda hiç düşünmeden tanımadığını söyleyip gelmek istemedi. Sonra ani bir kararla görüşeceğini söyledi. Kendisi çok güzel yürüdüğü halde tekerlekli sandalye istemesine anlam veremedim. İlk geldiğinde adınızı ziyaretçi listesine yazdırmamış olmasaydı, kurallarımız gereği asla görüşemezdiniz,” dedi.

Sonra Yağmur Sevdalısı’na yöneldi. Üzerlerinde iri siyah noktalar oluşmuş elini ellerinin arasına alıp;
“Bu yakışıklı amca, senin geçmişinden geliyor. Unutmadan, umudunu kaybetmeden yıllardır seni aramaktan vazgeçmemiş. Ne güzel bunca yıl sonra buluştunuz. Birlikte ortak anılarınızı yâd edeceksiniz. Özenmedim dersen yalan olur. Böylesi sevdalar kalmış mı? Bak bir kucak dolusu gül getirmiş. Kıskanmadım dersem yalan olur.”

Yağmur Sevdalısı dik bir sesle; “Sağır değilim kız! Amma laga luga yaptın. Söylediklerini ilk seferde duydum.”

Böyle durumlara alışkın olan hemşire bozuntuya vermedi. Sadece; “pardon,” demekle yetindi. Devreye girdim.

“Güzel kızım, teşekkür ederim. Şimdi bizi baş başa bırakabilir misin?"

Yağmur Sevdalısı’nın parmak uçlarını öptükten sonra başımı kaldırdığımda yüzünde sanki maske vardı. Düşen göz kapaklarının altındaki bakışları boştu. Bakıp da görmeyen değil de sık aralıkla gördüğü; tansiyonunu ölçmeye gelen hasta bakıcıya bakar gibi bakıyordu. Ben, elini tuttuğum an ergen gibi heyecanlanırken onda en ufak bir heyecan yoktu. Bütün gece düşünüp düzgün cümleler haline getirdiğim metin, kafamdan uçup gitmişti. Doğru sözcükleri bir araya getirip geçmişe güne ilişkin bir şeyler anlatmaya çalıştım. İnceliğinden sözümü kesmeden dinledi. Sustuğum anı yakalayıp; 
“Siz de kimsiniz? Tanışıyor muyuz biz seninle?”

“Elbette, Yağmur Sevdalısı’m. Benim ben… Hani…“ Adımı söylemeyi çok gereksiz buldum. Devamını getirmedim. Çünkü dinlemeyecekti. Çünkü gözlerini, kucağını doldurmuş güllere dikmişti.

“Sen, kendi besten uçuk mavi şarkıyı, kırk ikindi yağmurlarını sevdiğin gibi yoğun kokulu Alara kırmızı gülü, bir de mor sümbül seversin.”

“Bunlar kesme çiçek, bahçenden toplamadın değil mi? Çok da para vermişsindir.”

“Lafı bile olmaz. Değil 63 tanesini mümkün olsaydı yetiştiği serasını getirmek isterdim. Bunca yıl sonrası birbirimizi bulmuşuz.”

Tutukluluğum gitmiş açılmıştım. Bile isteye aramızdaki anahtar sözcüklerden yürümem gerekir dedim yeniden şarlamaya başladım.

“Sen, benim sadece Yağmur Sevdalısı’m değildin. Yuvasını, bahar ağaçlarının çiçekli dallarına değil, benim gönlüme yapan tombul göğüslü  kız kuşumdun. Kanadı mahmuzlu yağmur kuşum. 
Ve de gümüş yağmurcun.

Yıl 1980.Yer: Başkent Ankara. Mevsim bahar. Aylardan mayıs.Bir iş çıkışı, Güneş, bütün görkemiyle parlarken birden bastıran, kendini mayısa saklamış kırk ikindi yağmurunun ön dökülmeleri başlamıştı…”

O, hala taş, kucağını doldurmuş güllere yeniden bakmaya başladı.

“Allah daha fazlasını versin. Bunları alacak paran varmış, anladım. Ancak bunların yerine içinde kırmızı biber olan yeşil zeytinlerden bir kilo, ya da on altılık pudralı tuvalet kâğıdı alsaydın ya daha ikrama geçerdi.”

Yanına bunca yılın özlemi bitirmek, kavuşma anının o dayanılmaz heyecanı ortak yaşamak ve kalan ömrümün birlikte geçirme önerisini yapmak için korkusuz cümlelerim, aslan yürekli sözcüklerim, heyecanlı hecelerim ve aceleci harflerimle birlik gelmiştim. Yanımda bunca yılın özlemi, kavuşma anının o dayanılmaz heyecanı, kendime yinelemekten yıpranmamış anılarım vardı. Yüzük, göğüs cebimdeydi. Çıkarmak için o anı beklemekteydim. Oysa gerçek bütün açıklığıyla ortadaydı. Ondan geriye yüzünde çil çil altın sarısı beneklerin dışında başka bir şey kalmamıştı. Ortak olanları anımsatmam boşuna çabaydı. Daha fazlasına hiç gerek yoktu. Bir süre daha rahatsız edici bir sessizlik içinde karşılıklı oturduk. Sessizliği bozan o oldu. Gözlerini gözlerimle buluşturdu. İşte bu! Maske parçalandı. Çakmak çakmak, o tanıdık bakış...

“Anımsatmaya çalıştığın yaşanılmış, çoktan bitmiş ilginç bir aşk öyküydü. Sırf meraktan soruyorum. Kahramanları çayır kuşu Toygar ile gümüş yağmurcun kuşuna ne oldu? Derenin taşıyla birbirlerini mi vurdular yoksa?”

Bilerek söylemediğim “Toygar’ı” yani beni soruyordu. Karşımda bilerek unutmayı seçmişi oynuyordu. Aradan geçen bunca zamana karşı ne unutmuş, ne de affetmişti.

Yağmur Sevdalısı; “Kımızı güllerin yerine içinde kırmızı biber olan yeşil zeytinlerden bir kilo, ya da on altılık pudralı tuvalet kâğıdı alsaydın ya daha ikrama geçerdi.” deyişiyle mesajını o an vermişti. Ben, kalın kafalı anlamadı.

4.
Yağmur Sevdalısı’nın yanından-kuşları elimle öldürdüğümü anlayıp-adı konmuş yeni bir suçluluk duygusunu, kambur gibi yüklenmiş olaraktan ayrıldım.

Can çekirdeğime yapışmış et yarana benzer eski yaranın yanına bir yenisi daha açılmıştı. Bu seferki ilkine de benzemiyordu. Tıpkı tenime batmış yumuşak diken gibiydi. Çıkarmağa çalıştıkça derine, daha derine kaçacaktı. Bu da otanmadan kalacak, inceden inceye oyarak yerleşen şirpençeye çıbanına dönüşecekti.

Hiç iyi değildim. Artık gün yok, yarın yok. Gelecek yok. Umutlar ve düşler sakat ve kötürüm.

Bu zamana kadar canlı tuttuğum umut dallarının budaklarında açacağını umduğum tüm gözleri karardı. Gövereceğini umduğu ikili sevinç söndü. Başlamasını düşündüğü mutluluklar, uçuk mavi şarkısı gibi buhar oldu.

İlk ayrılığımda diğer renkler silinip geriye kalan siyah ve beyaz, birbirine karıştı. Ortalığa bütünüyle grilik kapladı. Bunca zaman yaşatmaya çalıştığım meğer gerçek bir kayıp öyküsüymüş.

Günün Diğer Haberleri