Sarılarda Çocukluk Yıllarım / Mehmet Küçük

Yazan: Mehmet Küçük -SARILARDA ÇOCUKLUK YILLARIM
Advert

ANI - 06-05-2024 19:08

SARILARDA ÇOCUKLUK YILLARIM

Ben ki, 1952 yılında Avanos’un Sarılar köyünde doğdum. Evimize, köyün orta yerindeki Yeni Cami’den, Alaca mevkiine yani batıya doğru gidildiğinde, tozlu, topraklı yollardan geçmek gerekirdi. İkinci sokaktan sağa dönüldüğünde, soldan ikinci ev bizimdi.

İki katlı, kefek taştan yapılmış, geniş avlu ve bahçesi olan evimizin yan tarafında ahır, samanlık bir de tavuklar için ayrılmış kümes bulunurdu. Evimize, köyün biraz kenarında olduğu için geceleri tilkiler ve kurtlar dadanırdı.

İkinci kattaki odamda, gençliğin verdiği yaz rüyası uykularının o tatlı mahmurluğu ile sabahın erken saatlerinde uyanır, tarlada çalışmak için götürmek isteyen babamın, aşağıdan nasıl bağırarak seslendiğini hatırladım:

“Efendiiiiii! Kalk oğlum! Kalk yavrum! Haydi bakayım. Aş da sabahın, iş de sabahın. Herkes tarlanın yolunu tuttu. Biz geç kalıyoruz. Hadi oğlum.”

Babamın hazırladığı at arabamızın üstünde ve tekerleklerinin şıngırtılı sesleri arasında, köyün içinden geçerek tarlaya çalışmaya gittiğimiz günlerdi. Sabah o saatlerde bütün köylü, ineğini ve koyunlarını çobanlara teslim etmek için yarışa girerlerdi.

Çobanlar; tozu dumana katarak yazıda, yabanda, hayvanların memelerini sütle doldurmalarını sağlayarak, yine aynı şekilde akşamları evlerine dönerlerdi.

Sarılar Köyü’nde geçirdiğim çocukluk ve yokluk günlerimi ve yoksul insanlarını unutmak mümkün mü? Buram buram, mis gibi kokan temiz havasını teneffüs ederek büyüdüğümüz günlerdi.

Kahvehanelerin olmadığı bir dönemdi. Hasan Dede’min köy odası vardı. Çocuklar uzanmasın diye, köy odasının bir köşesine kurduğu pilli, torsan marka radyosundan türküler dinlediğimiz ah! O günler…

Kalabalık ev sofraları, akrabalık ve komşuluk ilişkileri ne güzeldi.

Yaz akşamlarının loş karanlığında, bizi seyreden yıldızların altında arkadaşlarla, köşe bucak saklambaç ve sobe oyunu oynadığımız günler aklıma geldi.

Gündüzleri top koşturduğumuz, sokaklarında çelik çomak oynadığımız arkadaşlarımı hatırladım.

Baharda arkadaşlarla beraber ucu sivri sopalarla, kırlara çiğdem kazmaya gittiğim günler, gözümün önünde. Dallarından kayısı kopardığım, bağlarından üzüm topladığım, derelerindeki göletlerde serinlediğim günler...

Köy meydanında toplanan sığır ve koyun sürüsünün peşinden koşup, sabahları taze süt içerek beslenmemizi tamamladığımız günler…

Kirlendiğimizde Saniye Ebe’min leğendeki sıcak suları tepemizden dökerek yıkadığı günler...

Geçim kaynağı tarım olan bu köyün çalışkan insanları, yaz günlerinin sıcağında, harman hasadını kaldırır, buğdayını ambarına döker, patatesini sökerek çuvallara doldururlardı. Pancar, turp, havuç, şalgam gibi yiyecekleri bahçede bir kuyu kazarak toprağın altında saklama yöntemiyle kışlık yiyeceklerini karınca misali istif ederlerdi.

Üzerinde emekleyerek gezdiği, ateş çıkan toprakları elleriyle kazır, yıllık yiyeceğini ambarına doldurmanın keyfini sürerlerdi.
Köylü vatandaş, yol yordam bilmezdi. Ağzında dili olmazdı. İmkânsızlıktan, yoksulluktan okula gidemezdi. Tarlasından, sabanından, çiftinden, çubuğundan başka hayatı ve kültürü de yoktu.

Kışın, metrelerce yağan karla birlikte, üzerine toprak serilmiş damların çatısı akmasın diye karların temizlendiği, kapanan yolların yardımlaşarak nasıl açıldığı aklıma geldi.

Soğuk geçen kış mevsiminde, yufka ekmeğini göçmen sobasında kızartarak, peynirle dürüm yaptığımız günlerdi.

Patatesi sobada közlemenin, Avanos çömleği ile tandırda pişen tereyağlı kuru fasulye yemenin keyfini çıkardığımız günlerdi.

Çilekeş analarımızın nasırlı ellerinden, yufkalı, yumurtalı dürümleri, peynirli sıcacık gözlemeleri yiyerek açlığımızı yatıştırdığımız günlerdi.

Masal dinleyerek büyüdüğümüz uzun kış geceleriydi.

1967 yılında köyümüz, ilk defa kasaba olup elektrik hizmetlerine kavuştuğunda sevincimizden çocukluk günlerimizin o kıvraklığıyla ateş yakarak sinsin oynadığımızı hatırladım.

Şırıl şırıl akan derelerde, köylü kadınların, kızların türküler söyleyerek, ellerinde tokaçlarla kilim yıkadıklarını hatırladım.

Durgun akan pınarlarımızdan, yüzükoyun uzanarak kana kana içtiğimiz o saf ve berrak sular aklıma geldi. Baharla birlikte dumanlı dağlarımızda, kuzuları otlattığımız günleri hatırladım. Temiz havasını kokladığımız, ruhumuzu süsleyen çiçekli yaylalarımızda, tıpış tıpış koşturduğumuz günler…

Yaz mevsiminin sarı sıcağında öküz koşan dedelerimin, harmanda düvenlerini sürdüğüm günler…

Köy delikanlılarının, köyün meydanında saman serilmiş topraklar üzerinde yağlı güreş tuttuklarını hatırladım. Atlarıyla birlikte cirit oynadıkları şimdiki gibi gözümün önündedir.
Saatin ve takvimin yaygın olmadığı dönemlerdi.
Davul sesi ile uyandığımız Ramazan ayı sahur vakitlerini, akşamları iftar açmak için Nevşehir kalesinden top atışıyla görünen ışıkları, damların üzerinden sabırsızlıkla beklediğimiz günlerdi.

“Heyyyyyy! Top atıldı!”  Naraları atarak evlerimize koşuştuğumuz çocukluk günleri...

Kasaba’nın gelişmesiyle birlikte, şimdi üç tane, üç minareli camisi var. Köy’ün ilk yerleşim yerlerindeki harabeye dönmüş evlerin, yıkık bahçe duvarlarının içinden geçerek gittim. Bazen sert, bazen sevecen bakışlı Salih Hoca’ya dini bilgilerimizi öğrenmek için gittiğimiz, o küçük minaresiz caminin önünde geçmişe daldım.

Hemen bu caminin yakınında çocukluğumun geçtiği eski evimizin viraneye dönmüş haline baktım.

Geçmişe daldım. Ne günlerdi o günler. Tozlu sokaklarında, çelik çomak oynadığımız çocukluğumuzun o kıvrak, o deli günleri...

Alabaş köpeğimizi bağladığımız zikke, hala yerinde duruyordu. Evimizi ve koyunlarımızı çok güzel korur ve bekçilik yapardı. Onca hizmetinden sonra bir gün ortalıktan kaybolmuştu. Dedemle tarlada çalışırken yanımıza geldi. Fakat bu kayboluş nedeni, kuduz olmuştu. Salyası akıyordu. Çocukluk bu ya korkumdan hemen sıçrayıp at arabasının üzerine çıktım. Hasan dedem:

“Alabaş! Sen kuduz olmuşsun. Şuradan kimseye zarar vermeden çek git.” Dedi. Hâlâ gözümün önündedir. Hayvan da olsa kendisini besleyen bu insanlara karşı anlamlı ve manalı bakışları arasında, gözden kaybolup gittiğini hatırladım.

Kış yaklaşırken leylek sürüleri güneye, sıcak bölgelere göç ederdi. Sürüler halinde köye uğradıklarını, uzun gagalarından çıkardıkları lak lak sesleriyle yüksek damların tepelerinde ve kavak ağaçlarındaki yuvalarını hatırladım. Yollarını değiştirmişler ya da gürültüden olsa gerek, artık gelmiyorlarmış.
İlkokul birinci sınıftaki Özkonak’lı öğretmenimiz Bekir Türk Eliçin Bey, biraz cüsseli göbeği olan sevimli bir yapısı vardı. Alfabe’yi öğretirken:

“Çocuklar “D” harfini benim göbeğim gibi yapacaksınız.” Dediğini dün gibi hatırlıyorum.

İlkokulda çocukken yüzümde çiller olduğu için arkadaşlarımın bana; “Çilli Oğlan” diye seslendikleri aklıma geldi.

Meğer ne kadar uzak kalmışım bu diyarlardan.
Baba ocağından, ana kucağından. Eş dost akrabalardan. Çocukluk arkadaşlarımdan. Kimileri ebediyete göç etmiş, kimilerine öyle yabancı kalmışım.

Değil mi ki; bu dünyada insan dediğimiz Ayşe, Fatma veya Ahmet, Mehmet vatanın bir köşesini yurt edinmiş, karnımızın doyduğu yerleri kutsal saymışız.

Kutsal saydığımız vatanın bir köşesinde ebediyete göç etmişiz. İnsan nereye giderse gitsin, ne kadar zengin olursa olsun, ne kadar meşhur olursa olsun, çocukluğunun geçtiği yerler, kendi gözünde daima kutsal olurmuş. Ne kadar uzaklarda da olsa, doğup büyüdüğü topraklara gömülmesini arzularmış.

Ana kokusu, fırından yeni çıkmış taze ekmek kokusu gibidir. Kendimi, yaşlanmış anamın, ömrüm boyunca unutamayacağım o nur yüzündeki ifadelerine ve taze ekmek kokulu kucağına bıraktım.

Günün Diğer Haberleri