Advert
https://www.truvaedebiyatdergisi.com/files/uploads/user/ffd2257b586a72d1fa75f4ba2ad914e6-98386220b68321a720e9.jpeg
Serhan Poyraz
Advert

Huzur / Ahmet Hamdi Tanpınar

21-08-2023 15:03 8128 kez okundu.

Zaman can çekişirken,
Akrep yelkovan arasında;
Bir adım öteye gidemezken  geceden,
Ay, ışığını çekerken sinesine,
Yıldızlar çekilirken kuytu karanlıklara,
Hüzün, bakır bir çaydanlıkta demleniyordu,
Ve ben, son sigaramdaki dumanları da
Hapsediyordum içime,
Saat on ikiyi beş geçiyordu.
Ekmek bıçağında dilimleniyordu ömrüm;
Masum, yalınayak çocukluğum;
Umudun kıyısından geçmeyen gençliğim,
Uluorta seriliyordu, harami sofrasına,
Düş bahçelerim yağmalanıyordu,
Herkes payına düşeni alıp giderken
Bütün kimsesizliğimle,
Bütün çaresizliğimle,
Bütün çıplaklığımla 
Kalıyordum karanlığın koynunda;
Üşüyordum,
Tepeden tırnağa buz kesiyordu yalnızlık.
Saat on ikiyi beş geçiyordu.
Dişlerimle, şafağı sökmek isterken 
Karanlığın göğsünden;
Gün ağarıyordu saçlarıma,
Tel tel,
Raylarımdan çıkıyordum,
Vagonlarım kopuyordu bir biri ardına,
Savruluyordum,
Bir cinayete kurban gidiyordum,
Kaza süsü verilmiş,
Faili meçhul bir ölüm biçiyordu
Terzi masasında,
Bir tabuta çivileniyordum,
Saat on ikiyi beş geçiyordu.

Ne güzel anlatır insanın zamanın içine hapsolmuş huzurluğunu “Zaman Can Çekişirken” şiiriyle Serkan Uçar… 

Huzur, her insanın kendine ait zaman diliminde yani kendi hayat yolculuğunda varmak istediği maddi manevi yeterlilik ve mutluluk öğelerini içinde barındıran yüksek ve ulaşılması zor bir nitelikli yaşam formu…

Huzura ulaşabilmek için içsel dengeyi yakalayabilmek gerekir, ki bu da insanoğlu için oldukça zor bir şey. Çünkü insanoğlu aynı anda hem geçmişi, hem şimdiyi hem de geleceği yaşayabilmeyi başarabilen yegane canlı. Bitkilerin ve hayvanların iç güdülerinden farklı olarak insanda gözlemleyen bir bilinç var ve dolayısıyla insan belleği, geçmişi bugüne ya da “an”a taşıyabilmekte ve geçmiş her an insan belleğinin içinde var olmaya devam etmekte. Yani, insan bu yönüyle aslında zamanın kronolojik yapısını kırmaktadır. 

İnsanın hayatı içerisindeki gizemli ruh halleri, tarih boyunca filozofların hep ilgisini çekmiştir ve Fransız filozof Henri Bergson da on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında bu konuya zamansal boyuttan yaklaşmıştır. Bergson’a göre iki tür zaman vardır; somut yani matematiksel zaman ve gerçek yani soyut zaman. Somut zaman günlerle dakikalarla ölçülebilirken, gerçek zaman insanın içsel hayatıdır ve saat kadranıyla ölçülemez. 

Hayatın bize sunduğu her yeni açılımla, dört mevsim gibi değişen duygularımız yüzünden somut zaman ile soyut zaman arasında sıkışıp kalarak hep bir çıkış arayışında olan insan ruhunu da işte bu yüzden huzursuzluk kaplar, çoğu zaman…

Henri Bergson, Marcel Proust ve Paul Valery gibi Fransız düşünür, yazar ve şairlerden etkilenmiş olan edebiyatımızın en önemli duayenlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar da ne güzel açıklamıştır bu durumu:

“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın 
Parçalanmaz akışında.”

diye başlayan “Ne İçindeyim Zamanın” isimli şiirinde… 

Şiirin tamamını okuduğunuzda anlayacaksınız ki, Ahmet Hamdi Tanpınar bu şiirinde aslında “huzur”u aramaktadır. Sadece bu şiirinde değil, onun neredeyse her eserinde huzur arayışı vardır. Bu onun için çok normal bir durumdur aslında; çünkü 1901-1962 yılları arasında yaşayan Ahmet Hamdi Tanpınar, dünyada yüzyıllarca hüküm sürmüş bir imparatorluğun yok oluşu, İstanbul’un ve Anadolu’nun işgali, kurtuluş savaşı, birinci ve ikinci dünya savaşı gibi pek çok toplumsal olayı ve değişimi, kısa hayatı içinde deneyimlemiş bir yazardır.

Son iki yazımda 1900’lü yılların başını anlattığı “Mahur Beste” ve kurtuluş savaşı yıllarının İstanbul’unu anlattığı “Sahnenin Dışındakiler” romanlarının bana hissettirdiklerini ve düşündürttüklerini ifade etmeye çalışmıştım. Bu “nehir roman” serisinin üçüncü ve son kitabı olan “Huzur” romanını tam olarak anlayabilmek için mutlaka “Mahur Beste” ve “Sahnenin Dışındakiler” romanlarını okumanız gerekiyor. Çünkü Huzur’un anlattığı Cumhuriyet sonrası İkinci Dünya Savaşı dönemini anlayabilmek için o günlere nasıl gelindiğine dair bilgi birikimine sahip olmak gerekiyor.  Bu üç romanın pek çok karakteri ortak ve akan zaman içerisinde onların soyut ve somut zamanlarını deneyimlemek gerekiyor. 

Hatta bu da yeterli değil belki de; “Huzur” romanını bir kaç kez okumanız gerekiyor. Çünkü “Huzur” her okuduğunuzda size keşif duygusu veren ve yeni bir şey üzerinde düşündüren bir roman…

Zaten Ahmet Hamdi Tanpınar, hayatı derinliğine ele alarak, onu bir masal kadar esrarlı ve güzel hale getiren bir yazar. Eserleri ancak onun sahip olduğu dikkat ve kültür ile okundukları zaman anlaşılabiliyor ve eserin zevkine varılabiliyor. O, yazılarında sık sık cümleleri uzatmakla beraber, onları bir resim veya musiki parçasına yaklaştıran hayallere başvurur, ki “Huzur” romanında da bunu sık sık yapıyor; mesela en basitinden “İhsan, Nuran, Suat ve Mümtaz” başlıklı dört bölümden oluşan bu roman, Mümtaz’ın  somut zamanındaki bir gününü ve soyut zamanındaki bir yılını, geri dönüşlerle dörde bölünmüş bir şekilde anlatıyor, tıpkı dört farklı vokalden oluşan bir “Kuartet” gibi…

Burada şunu da söylemeliyim ki,  Ahmet Hamdi Tanpınar bu romanında, edebiyatımıza bir yenilik getirerek yazım tarzı değişikliği yapmış. Huzur, otobiyografik bir roman ve otobiyografik romanlarda anlatıcı, birinci tekil kişidir; ancak Ahmet Hamdi Tanpınar belki de romanı kendinden biraz uzaklaştırmak için üçüncü kişi anlatıcıyı tercih etmiş; yani zaman zaman romanı Mümtaz anlatıyor gibi görünse de, aslında ilahi bir anlatıcı var. Mümtaz ile ilahi anlatıcı arasındaki geçişlerin silik olması bu romanı okumayı zorlaştıran bir nokta…

“Huzur”, 1939 yılının 31 Ağustos sabahı başlıyor ve İstanbul’u mekan edinmiş ki bu, değişimin ve  farklılığın yarattığı huzursuzluğu ve huzursuzluğun içinde huzuru aramayı harika bir şekilde betimleyecek bir fon… 

Çünkü İstanbul’da zaman bir başka akmaz mı? Sonsuzluk hissiyle, insan kalabalıklığının çeşitliliğiyle, her türlü yaşanmışlığı gizleyen ara sokaklarıyla, Beyoğlu tepinirken secdeye durmuş Sultanahmet’iyle, Kız Kulesi aşıklarıyla, Galata Kulesiyle, binbir direkli Haliç’iyle, Kalamış ve Adalar’ıyla; yani yirmi dört saate sığmayan canlılığı ve her türlü duyguya aynı anda bir çok yerde dokunmasıyla… 

Zaten romanın akışında da İstanbul bir mekan olmaktan çıkıyor ve adeta romanın bir kahramanı haline geliyor. 

Romanın “İhsan” isimli ilk bölümünde, Mümtaz’ın İhsan için hasta bakıcı aradığı kuşluk-öğle arasını kapsayan somut zaman içinde, Mümtaz’ın çocukluğu anlatılıyor. Bu bölümde, patlamak üzere olan bir savaş karşısında Mümtaz’ın duyduğu dehşeti ve İhsan’ın hastalığı ile büsbütün sarsılışını net bir şekilde hissederiz. 

İhsan, şark hikmetini modern fikirlerle bağdaştırmış, milliyetçi ve mutasavvıf biridir. Yedi sene Avrupa’da kalmış, her türlü sanat münakaşalarının içinde yer almış, yurda döndükten sonra da bunların hepsini bırakarak yalnız yerli olanla, fakat ölçü hissini Batı’dan alarak ilgilenmeye başlamıştır. İhsan’a göre mazi, kendisinden gelmemiz gereken bir şeydir. Geçmişle irtibatımız ise, onların tecrübelerinden faydalanmak şeklinde olmalıdır. 

İhsan, Mümtaz’ın hayatında kritik bir öneme sahiptir hep onun yanı başındadır. Mümtaz çok küçük yaşlarında savaşta babasını, bir yıl sonra da annesini kaybettiği için, amcasının oğlu olan İhsan ve Macide’nin yanına geliyor ve anne baba eksikliği hissini gidermeye çalıştığı İhsan ve Macide, Mümtaz için hayatın yeniden başlangıcı yani onun yeniden doğuşunu sağlayan kişiler…

Macide Mümtaz’a kalbi verirken, İhsan aklı verir. Evet, belki İhsan Mümtaz’ı herhangi bir Olimpos’a çıkarmaz, ama onu kendisinin de yürüyebileceği bir yolun başına getirir. Buna rağmen Mümtaz, İhsan gibi öğrendiklerinden başarılı bir sentez yapmayı başaramaz ve hep acı çeker. 

Neden Mümtaz böyle diye düşünüyorsanız da; felsefe tarihinin önemli isimlerinden Alfred Adler der ki “İnsanın bütün derdi hayatın anlamını bulmaktır.” Adler’e göre; insan eksiktir ve tamamlanacağı parçasını arar. 

Alfred Adler’in söylediklerinin tasavvufta da karşılığı vardır. Mutasavvıflara göre insanın acı çekmesinin en büyük sebebi “Kalu Bela”dan ayrılarak dünyanın içinde olmasıdır. “Kalu Bela”, daha dünyanın yaratılmasından önce anlamına gelir. Allah’ın ruhlara karşı “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” şeklinde soru sorduğu yerdir. Ruhlar bu soruyu “bela” yani “evet” olarak cevaplamışlardır dünyaya gönderilmeden önce... Yani, tasavvufta da tamamlanamama, eksiğini giderme çabası vardır. 

Mümtaz küçük yaşta babasını kaybedince eksilir. Bu eksikliğini gideremeden bir yıl sonra da annesini kaybeder ve yine eksilir. Bu yüzden Mümtaz daima bir tamamlanma çabası içindedir.

Romanın “Nuran” isimli ikinci bölümünde, Mümtaz’ın kiracı ile görüşmek üzere even çıktığı öğleden sonra-akşamüstü arasını kapsayan somut zaman içinde, Mümtaz ile Nuran’ın aşkı anlatılıyor.

Ünlü psikayatrist Carl Jung’a göre, kadınlarda sadece dişil enerji, erkeklerde sadece eril enerji yoktur. Evrendeki her atomda farklı miktarda pozitif ve negatif yük olmasına rağmen kendi içinde bir denge olması misaldir. Evrendeki dişil ve eril dengesinin önemli olması gibi insanların kendi içindeki denge de önemlidir. Carl Jung der ki; “Erkeklerin kolektif bilinçaltındaki dişil yani “Anima” ve kadınların kolektif bilinçaltındaki eril yanı “Animus” bilinçli yaşam ve bilinçaltı arasındaki ilişkiyi sağlamaktadır.” Bu şu anlama gelmektedir; kadınların içindeki eril/dişil enerji dengesi, kadının bilinçli yaşamdaki seçimlerini ve yaşamını belirleyecektir. Bu durum erkekler için de geçerlidir.

Bu açıdan bakıldığında, Mümtaz ve Nuran birbirini tamamlayan anima ve animus gibiler. Mümtaz, Nuran’ın şahsında kadim bir geleneğin iz düşümlerini görür. Bir şeyin değer kazanabilmesi için, geçen zamanın hatıralarının üzerine sinmesi ve farklı değerler katması gerekir. Mümtaz, Nuran’ın şahsında beşyüz yılda oluşan İstanbul kültürünün birikimini görür. 

Ahmet Hamdi Tanpınar bu aşk üzerinden dünyaya estetik bir tutumla bakabilmenin ne demek olduğunu ortaya koyuyor. Bunu da, estetik bakış açısının hem gerçeklerden kopuşu andıran aşkı yoğun bir şekilde hissettirip insanı nasıl mutlu edeceğini hem de insanın topluma olan sorumluluğuyla çatışarak nasıl bir bunalıma yol açtığını gösterebilmek için, Mümtaz’ın iç dünyasını bütün zenginlikleri ve çelişkileriyle birlikte bize seyrettirerek yapar.

Romanın “Suat” isimli üçüncü bölümünde, Mümtaz’ın doktor bulmak için yola çıktığı akşamüstü-geceyarısı arasını kapsayan soyut zaman içinde Mümtaz’ın iç dünyasındaki çatışmaları anlatılıyor.  

Bir romandaki “Protogonist” karakterlerin görevi, meseleleri çözmek ve okuyucuya örnek olmaktır. Bir de Antagonistler vardır ki, bunlar sürekli olarak başkarakterle mücadele halindedir. İyilikten değil, kötülükten yana olan bu karakterler, ana kahramanı yenmek için hileye ve şiddete başvururlar. Bu Antagonist karakterler, baş karakterin “fiili ve düşünsel konumunun karşısında” yer alarak romanda değerler dünyasının oluşması ve çatışmasının meydana gelmesine olanak sağlarlar. 

Toplumsal ve bireysel hedefleri olan Mümtaz’ın karşısında hem toplumsal değerler zemininde karşıt hem de kişisel arzuları bağlamında “rakip” olan karşıt kişi Suat’tır. Mümtaz’ın karşısında yer alan Suat, onun “kendini gerçekleştirmesi” önündeki engeldir. 

Öte yandan Suat ile Mümtaz birbirlerinin zıddı gibi görünmekle birlikte tez ve antitez gibi birbirlerini tamamlayan karakterlerdir. Öyle ki Suat’ı, bağımsız bir karakter gibi değil, Mümtaz’ın “öteki ben”i, ya da iç sesi olarak yorumlamak da mümkün.  

Huzur romanında Mümtaz ile Suat arasındaki bireysel çatışma Nuran üzerinden yaşanır. Mümtaz açısından Nuran, aşık olunan kadından öte bir anlam ve öneme sahiptir. Mümtaz’ın hayata estetik açıdan bakmasını sağlayan da Nuran’dan aldığı ilham’dır. “ya mazide, ya istikbal”de yaşayan Mümtaz’ın maziyi istikbal ile buluşturduğu “şimdiki an” ancak Nuran’ın varlığı ile mümkün olur. Nuran’dan önce olduğu gibi Nuran’dan sonra da Mümtaz için “şimdiki zaman”ın zihnen ve hayalen mevcut olmadığını görürüz. 

Suat içinse, Nuran sadece ele geçirilecek geçici bir eğlencedir. Suat’ın Nuran ile birlikte olma isteğinin Mümtaz’a olan kini veya şehvet düşkünlüğü ile açıklanamaz. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar, çok sevdiği Dostoyevski ile örtülü bir metinler arasılık kurmuştur. Suç ve Ceza’da Raskolnikov, Svidrigaylov gibi “kötü” karakterlerin çoğunlukla kendilerine kurtarıcı bir kadın seçtiklerini düşünürsek, Suat’ın Nuran’a ilgisi buna benzer bir şeydir. Nasıl Svidrigaylov, Dunya ile birlikte olamayacağını anlayınca intihar ediyorsa, Suat da Svidrigaylov gibi Nuran ile birlikte olamayacağını anladığı anda intihar eder. 

Ancak, Suat’ın intiharıyla birlikte Mümtaz aslında Nuran ile birlikte “şimdiki zaman”ı da yitirir. Böylece Suat ile Mümtaz arasındaki bireysel çatışmada Suat, Mümtaz’ın hem bireysel hem düşünsel planda kendisini tamamlayacak bir aşkın gerçekleşmesine engel olur. 

Mümtaz ve Suat’ın ıstırapları aslında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kendi ıstırabı ve huzursuzluğu, onun şahsında dönemin Türk aydınının çıkmazıdır. Mümtaz’ın yaşamında mazi ile istikbal, eski ile yeni, Doğu ile Batı iç içedir. Her iki dünyanın edebiyatından, musikisinden ve mimarisinden zevk alır. Suat ise, eski olan her şeyin atılması gerektiğini düşünür ancak bu pek mümkün değildir ve Suat’ın bunalımının bir sebebi de budur. 

Düşünsel çatışma, yitik bir medeniyetin izlerini süren, geçmiş ile şimdi arasında sıkışmış, “an”ı yaşayamayan araftaki Mümtaz ile, tüm yaşamını “an”a endeksleyen, içinde bulunduğu çağın bunalımlarını iliklerinde hisseden, adeta boşlukta sallanan Suat arasındaki uzlaşmaz nitelikten kaynaklanmaktadır. 

Şimdi düşününce, Mümtaz ile Suat arasındaki dengeyi sağlayan İhsan’ın hastalığı ve ölümü bu nedenle sembolik bir değer taşıyor.

Romanın “Mümtaz” isimli dördüncü bölümünde, Mümtaz’ın doktorun yazdığı ilaçları almak üzere evden çıktığı gece yarısı-sabaha karşı arasını kapsayan somut zaman içinde, Mümtaz’ın Suat ile zihninde hesaplaşarak bir yarılma yaşaması, kendi içindeki gölgesiyle karşılaşması ve sonunda inandığı şeyleri terk ederek bir anlamda ölümü; diğer anlamda ruhsal aydınlanmasını anlatıyor. Yani Mümtaz en sonunda “Huzuru Nuran da değil, içimde aramalıyım. Bu da ancak feragatla olur.” sonucuna varıyor. 

Anlayacağınız üzere, Huzur romanında dikkat çeken kurgusal yön, çok boyutlu bir çatışmalar dizgesini içinde barındırması… Romanda baştan sona bir değerler çatışması sergileniyor. Doğu-Batı, eski-yeni, iyi-kötü, savaş-barış, hastalık-sağlık, inanç-inançsızlık tartışması satırlara sinmiş.

Mümtaz bu romanda hem Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, hem de çatışmalar ve zıtlıklarla parçalanan Türk toplumunu temsil ediyor. Nasıl ki Osmanlı medeniyetinin küllerinden yeniden doğmaya çalışan, kendi değerleri ile çatışma halindeki ülkesi Türkiye’nin yeni bir terkibe ihtiyacı varsa, Mümtaz’ın da huzura kavuşmak için iç nizama ihtiyacı vardır. 

Öte yandan, Yahya Kemal ile kayda değer biyografik benzerlikler gösteren İhsan karakteri, eskiden yeniye geçişte otantik intibakın nasıl olması gerektiği konusunda sembolik bir anlam üstleniyor. Mümtaz’ın İhsan üzerinden ulaştığı klasik Türk müziği, eski kültürümüzle bezeli aşk, Boğaziçi ve mimarisi romanda Osmanlı Türk kültür alanını gösteren “yekpare zaman” kavramının içine giriyor. Bu bence, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın geçmişle bağlantı kurmak için kültürel belleğe başvurma çabası. Böylece iç nizam bulunacağını ve bir medeniyetten diğerine geçemeyerek,  iki kültür arasında bocalayan devamlılığı kırılmış sosyal belleğin onarılacağını düşünüyor. 

Huzur, en güzel aşk romanı olmaktan başlayarak Türk aydınının trajedisinin, Doğu-Batı, eski-yeni problematiğinin, bir medeniyetin yükselişinin ve çöküşünün, tabiatı, semtleri, tarihi ve sanat eserleriyle İstanbul’un yeniden keşfinin, Türk toplumunun üst yapıya ait sorunlarının maddi şartlarla ve üretimle çözümünün, ahlak, toplum ve kültür değerlerinin çatışmasının, kainat içinde insan hayatının ve talihinin ne olduğu sorusuna cevap arayışının, hayatın mantık dışı seyrine mağlup olmamanın, bir imparatorluk enkazı üzerinde inşa edilen Cumhuriyet’te maddi manevi değerlerin sorumluluğunu yüklenecek aydının, insanın aradığı huzurun kendi içinde bulunuşunun ve bunun feragatle özdeş oluşunun romanıdır. 

Ve bu roman bir İstanbul romanıdır… 

Kalamış parkının burun kısmında denize doğru inen çim bir kısım vardı 90’lı yıllarda. Hala var mı bilmiyorum. Her Cumartesi akşamı dokuz gibi, o zaman bana göre yaşlı birkaç amca ve teyze, kanun ve udlarını alıp oraya gelirlerdi ve çimlerin üzerine oturup kendilerine eşlik eden halkla birlikte Türk Sanat musikisi eserlerini söyleyip çalarlardı. 

Gençtim, yapabileceklerim adına çok fazla seçeneğim vardı ve niye bilmiyorum ama o zamanlardaki Cumartesi akşamlarımın vazgeçilmezi olmuştu, o Kalamış Parkı musiki buluşmaları. 

Kimbilir belki de bir tatlı huzur almak için…

Neler Söylendi?

DİĞER YAZILARI Mahcubiyet ve Haysiyet / Dag Solstad Anna Karenina / Lev Nikolayeviç Tolstoy Kreutzer Sonat / Lev Nikolayeviç Tolstoy Unutulmuş Zamanların Hikayesi / Bayram S.Taşkın Küçük Ağaç’ın Eğitimi / Forrest Carter Hayaletler / Henrik İbsen Hedda Gabler / Henrik İbsen Nora, Bir Bebek Evi / Henrik İbsen Muhteşem Gatsby / Francis Scott Fitzgerald Genç Werther’in Acıları / Johann Wolfgang Goethe Hayatımın Hikayesi / Giacomo Casanova Bir Halk Düşmanı / Henrik İbsen Yaban / Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kanatsız Kuşlar / Louis de Bernieres Felsefe-i Zenan / Ahmet Mithat Efendi Amak-ı Hayal / Filibeli Ahmet Hilmi Hayvan Mezarlığı / Stephen King Sahnenin Dışındakiler / Ahmet Hamdi Tanpınar Mahur Beste / Ahmet Hamdi Tanpınar Graziella / Alphonse de Lamartine Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Peyami Safa Othello / William Shakespeare Haremde Cinayet / Demet Mannaş Kervan 92.Saat / Ümmügülsüm Hasyıldırım Aklın Uçuşları - Leonardo Da Vinci / Charles Nicholl Ninatta’nın Bileziği / Ahmet Ümit Anadolu Kokulu Kadınlar / Dilek Tuna Memişoğlu Ketum / Ümit Polat Macbeth / William Shakespeare Bir Derviş’in Hikayesi / Abdulrahim Arslan Oyalı Kase / Ayfer Güney Yakın Koruma / Demet Mannaş Kervan Roma’nın Batısı / John Fante Shinrin Yoku / Hector Garcia - Francesc Miralles Hamlet / William Shakespeare Cahit Sıtkı Tarancı / Önder Göçgün Karamazov Kardeşler / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Kral Oidipus / Sophokles Kürklü Kişi / May Sarton Leyla ile Mecnun / Fuzuli Paul Verlaine / Stefan Zweig Shakespeare’in Dokuz Yaşamı / Graham Holderness Gılgamış Destanı Toza Sor / John Fante Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi / Charles Bukowski Sokrates’in Karısı / Gerald Messadie Geronimo Romeo ve Juliet / William Shakespeare Suç ve Ceza / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Sonsuzluğun Sesleri Kurtlarla Koşan Kadınlar / Clarissa Pinkola Estes Selvi Boylum Al Yazmalım Elveda Saraybosna Amin Maalouf’un “Semerkant”ı Amcanın Düşü / Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Ivo Andriç / Drina Köprüsü