Advert
https://www.truvaedebiyatdergisi.com/files/uploads/user/c8be0e32738f2ac7633a4d5db3a35e34-1bc868a131440a67b418.jpg
Tamer Şahin
Advert

Ben İkinci Adamdım

06-10-2022 02:48 1128 kez okundu.

Hayat zor... İlk ve son film deneyiminden sonra, kameralara veda... "Neşeli Günler" ve fotoroman krallığından sonra yerim olmadığını anladım o dünyada... Isınamadım işte kameralara, sonradan ekmeğim olacağını bilemeden...

Tek kişiyken, birden çoğalmak; hayata iki kişilik bakmak yaşam biçimi olunca, ekmek kavgası daha bir anlam kazanıyormuş. Tam da bu zamanlarda, yani 70'leri devirip 80'lere girerken bir reklam ajansı girdi hayatıma... Eniştemin reklam ajansında çalışmaya başladım. Yetmedi, ekmek aslanın ağzında...

Levent'teyim o zamanlar. Ve bir arkadaş tesadüflerin ilk halkasını koydu önüme: "Gel, burada araba olmadığı zamanlarda, geceleri bizim taksi durağında çalış, hem bu semtin adamısın, araban da var; harçlığını çıkartırsın." Ve aslanın ağzındaki ekmek uğruna, inadına başladı gece işleri.

Ben ekmeğimin peşinde koşuyordum; gece gündüz hiç bitmeyecekmiş gibi bir çabanın içinde sürüklenip gidiyordum. Ve o zamanlar tesadüf denen şeyin aslında benim kaderim olduğunu anlayamamıştım. O zamanlar, yaşayacaklarımı hayal etme şansım bile yoktu.

Ben bu karmaşanın içinde hayatımı kazanmaya çalışırken, bir gün, turne işi için arabaya ihtiyacı olan biri, taksi durağına geldi. Arkadaşlar bu işi kendilerinin yapamayacağını düşünüp beni tavsiye etmişlerdi. Sonra haber bana geldi. Ve ilk tanışma Hasan Uğur Epirden'le oldu. Anadolu'ya bir turne düzenlemeyi düşündüklerini; fakat ilk önce işi bağlamak için Anadolu'ya gitmeleri gerektiğini söyledi. Ben eğreti durduğumu düşünüp bu dünyanın resminden yırtıp atmışken kendimi, o resmin beni bırakmayacağını nereden bilebilirdim? Hasan Bey bu iş için iyi araba kullanan birilerine ihtiyaç duyduklarını söyledi. Bütün masraflar onlara ait olacaktı; ben sadece onların şoförlüğünü yapacaktım. O aralar maddi açıdan sıkıntıda olduğumdan, bu yirmi beş günlük işi seve seve kabul ettim.

Bilmeden Barış'a giden yollarda adım adım yürümeye başlamıştım. Her adım, uzak durduğum dünyanın içine alıyordu beni ve her adımda Barış'a daha bir yaklaşıyordum.

Ben işi kabul ettikten üç gün sonra yolculuk başladı. Hasan Bey derneklere, spor kulüplerine işi pazarlamaya çalışıyordu. İlk birkaç gün sıkıldım. Sonra ben de derneklerle bağlantıya geçmeye başladım; konu mankeni gibi durmak- tansa işi öğrenmeye çalıştım. Bu arada Hasan Bey de, arada bir sohbet ederken Barış Manço'nun menajerliğini yaptığını söylüyordu. Neyse, biz işleri bağladık ve İstanbul'a döndük. Üç dört gün sonra Hasan Bey beni yine aradı ve turne için de beni istediğini söyledi.

Ne kadar, “ağabey ben bu işten anlamam” dediysem de önceki işteki çabamdan memnun kaldığını belirterek, senin varlığın yeter diyerek ikna etti. Ben de çaresiz, ajansla olan bağlantımı tamamen kestim.

Açtığı kapıdan girdim içeri; biraz merak, biraz da endişeyle...

Grupta Edip Akbayram, İlhan İrem, rahmetli Alev Altın gibi sanatçılar vardı. Yine birkaç gün zorlandım; sanatçıları getirip götürüyordum; biraz da sıkıldım. Sonra boş günlerimde Malatya'ya, Bafra'ya konser düzenlemeye gittim. Bir ay süren turneden sonra İstanbul'a geri döndük. Gruptaki sanatçılarla aramızda güzel bir iletişim vardı, onlar beni sevmişti ben de yaptığım işi...

Hasan Bey'le aramızda iki yaş vardı, ben ondan iki yaş büyüktüm. Ama aramızda öyle bir samimiyet kurulmuştu ki, saygımdan sevgimden dolayı ona artık, ağabey diye hitap ediyordum. Hasan Ağabey o sıralar aynı zamanda Kınalıada kız voleybol takımının antrenörlüğünü yapıyordu. Bir ara, "Ajans kuruyorum, gel beraber çalışalım" dedi. Birlikte çalışmaya başladık. Sonra bir gün beni Barış Manço ile tanıştıracağını söyledi. Hasan Ağabey bunu söylediğinde hiç gerçekleşmeyeceğini düşünerek kurduğum hayallerin gerçek olabileceğini anladım.

Biz ki, Levent çocuğuyuz diye, uyanıklık yapıp Barış Manço, Cem Karaca konserlerine nasıl biletsiz gireceğimizi planlarken, şimdi Barış Manço ile hem de evinde tanışacaktım. Tarif edilemez bir heyecan vardı içimde. Hasan Ağabey, sırada Barış Manço var, diyordu, Barış Manço konserleri, turneleri... Ayrı gayrı yok, birlikte çıktık bu yola birlikte devam edeceğiz, diyordu.

Ve Barış Manço'nun Moda çıkmazındaki evinin önünde buldum kendimi... Kapıyı “O” açtı. Onu ilk kez bu kadar yakından görüyordum ve karşımda beliren ilk sahne, kucağında oğlu Batıkan, elinde biberon, telaşlı bir Barış Manço...

Ağzından çıkan ilk kelimeler "geçin, geçin" oldu. Ben ürkek, heyecanımın verdiği şaşkınlıkla Hasan Ağabey'in peşi sıra içeri girdim. Konserlerin nasıl geçtiğinden ve Barış Manço'nun yakında yapılacak olan turnesinden bahsettik. Sonra hiç bilmediğim bir Barış Manço'yu gördüm ve şaşkınlığım daha da arttı.

Barış Manço kalktı, elleriyle bize kahve hazırladı; pasta, kek gibi ikramlarda bulundu. O günden sonra kimseye Barış Manço'ya yakıştığı gibi yakışmayan ve aslında kimsede görmediğim bir mütevazılık örneğini seyrettim. Bu arada O da beni izliyordu, nasıl biri olduğumu anlamaya çalışıyordu. Konser işlerinin yanında bana, özel işler de vermeye başlamıştı. Beni denediğini hissediyordum; ama bunu ne zaman ve hangi yollarla yaptığını hiçbir zaman anlayamadım.

85-86 yıllarına kadar Hasan Ağabey'le, Barış Manço'yla birlikte çalıştık. Ama sonra Hasan Ağabey Barış Manço'dan ayrılma kararı aldı. O sıralar biraz da isteksiz çalışıyordu; konserler düzenliyor, ama gelmiyordu, bizi yönlendiriyordu. Kız voleybol takımının antrenörlüğünü aklına takmıştı bir kere, o yolda ilerlemek istiyordu. İşte bu zamanlarda Barış Manço'dan kopuşlar başlamıştı.

Ayrılma kararını verdikten sonra beni ve ekip arkadaşımız olan Melih'i de çağırdı, durumu anlattı. Ben Hasan Ağabey'e sonsuz saygı duyuyordum. Sonuçta onun sayesinde bu kapıdan girmiştim, Barış Manço'nun yanındaydım. Bu yüzden de ne olursa olsun ona ihanet edemezdim. Hasan Ağabey'in hazırladığı istifa kağıdını Melih de ben de imzaladık. Elimizde istifa, köşke doğru yola çıktık.

Barış Manço'ya istifamızı verdik ve tepkisini beklemeye başladık. Kağıdı okudu ve Hasan Ağabey'e, "Tamam Hasan, seni anlıyorum; hak da veriyorum sana. Biliyorum voleybol antrenörlüğün bu işten daha ağır basıyor. Senin istifanı kabul edebilirim." dedi. Sonra "Tamam, ama Tamer'e ne oluyor? O ne yapacak? Tamer benim tanıdığım kadarıyla voleybolun 'v'sinden anlamaz; voleybol takımının toplarını mı taşıyacak?" dedi. Hasan Ağabey de "Tamam, haklısınız Barış Bey; ama biz kararımızı ekiple beraber verdik." dedi.

Barış Manço bu sefer daha da ciddileşti, "Ben, Tamer'in istifasını kabul etmiyorum. Hatta Melih de kalsın." dedi ve "Sen yoluna devam edebilirsin." diye de ekledi. Bu sefer ortada kalan biz olduk. Hasan Ağabey'e karşı çok büyük bir minnettarlığım vardı. Onu böyle bir durumda bırakmak hiç hoşuma gitmiyordu; fakat Barış Manço ile başladığım bu yolda da sonuna kadar devam etmek istiyordum. Nihayet Hasan Ağabey'le konuştuktan sonra rahatladım. Ona kendi düşüncelerimi söyledim, böyle düşünmemem gerektiğini, istifa olayının böyle sonuçlanmasından dolayı üzülmediğini belirtti.

Hatta bunca yılını paylaştığı Barış Manço gibi bir sanatçının yanında hiç olmazsa bildiği, güvendiği insanları bıraktığından dolayı mutlu bile olmuştu. Barış Manço'yu da beni de tanıdığını, bu yüzden de aklının bu işlerde kalmayacağını; artık Barış Manço'yla kim çalışıyor, organizasyonlar iyi gidiyor mu diye düşünmesine gerek kalmadığını; çünkü bana güvendiğini söyledi. Yani Hasan Ağabey beni Barış Manço'yla tanıştırmıştı; şimdi o gidiyordu, ben kalıyordum. Kendisi de onunla ilgili işlere yeterince vakit ayıramadığının farkındaydı zaten. Böylece, durumdan hiç rahatsızlık duymadığını anlayınca ben yola devam etmenin sevincini daha rahat yaşamaya başladım.

O günden sonra çalışmalarımız aynı yoğunlukta devam etti. Bir yandan arka plandaki işleri de yapmaya başladım. Barış Manço bu işte yeni olduğumu bildiğinden beni sürekli motive ediyordu; “her şey güzel olacak, bu konser de böyle güzel bir şekilde geçecek”, diye beni rahatlatmaya çalışıyordu.

Bütün o, Hasan Ağabey'le tanışma, turneler, gidiş gelişler; karasızlıklarım ve verdiğim kararlar hep, önümde yeni yeni yollar açtı ve bütün yollar beni Barış Manço'ya, Barış Ağabey'e getirdi. O zamanlar gençlik heyecanıyla bunun sadece ünlü bir sanatçıyla tanışmanın verdiği bir heyecan olduğunu hissediyordum. Ama Barış Ağabey'le geçen günler, paylaşılan anların anlamı ve bunun hissettirdikleri o kadar derin ve o kadar büyük ki, ilk zamanlardaki heyecan bunun yanında barınamaz bile... Zamanla aramızdaki iletişim menajerlikten öte, kardeş dayanışmasına dönüştü. Ki "menajer" denilen içi bir türlü doldurulamamış kavramın altına adımı yazmaktansa ben Barış Ağabey'in emir subayıydım demeyi yeğlerim. Barış Ağabey birinci adamdı, ben ikinci adamdım;

Görünmeyen, adı bilinmeyen, sağ koldum... Sahne onundu, kamera önü onun yeriydi; benim yerim sahne gerisinde, kamera arkasında ve Barış Ağabey'in gözlerinin içindeydi.

Birçok konuda söyleyecek bir şeyleri olan, tartışılmaz bir kültür donanımına sahip bir adamın yanında çalışmaya başlamanın bana birçok şey katacağını anlamaya başlamıştım.

Barış Manço her geçen gün daha da değerlenen eşsiz bir hazineydi ve etrafındaki insanlardan bu hazinesini asla sakınmayan, insanlara sürekli kendisinden bir şeyler veren, asla yorulmayan bir insanlık işçisiydi.

Neler Söylendi?