ŞERİFE’NİN ÖYKÜSÜ
Şerife’yi kaçırmıştı Mehmet. Aşıktı Hatipoğlu’nun kızı Şerife’ye. Babasının sevgili kızı Şerife köyün alımlı kızlarındandı. Babası iyi yetiştirmişti, kültürlüydü diğer kızlara göre. Becerikliydi. Her iş gelirdi elinden. Şerife’nin çevresinde az gezmemişti Mehmet. Her akşam üzeri harman yerine gramofonu kurar, ona aşk şarkıları, yanık ezgiler dinletirdi. Oysa nişanlıydı Şerife, hem de yedi yıldır. Ama bir sebepten nişanı bozdu babası.
Yedi yıllık nişanlısından ayrılmak kolay değildi Şerife için ama babasını çok sever ve sayardı karşı koyamadı. Mehmet’in ilgisi, şarkıları ona bir avunma sebebi olmuştu. Zamanla gönlü Mehmet’e akmaya başladı. Şerife’nin nişanlısından ayrılması Mehmet için umut ve fırsat olmuştu, Mehmet bu fırsattan yararlandı ve Şerife’yi kaçırdı, evlendiler. İlk yıllar doyumsuz bir aşk yaşadılar. Yakışıklıydı Mehmet. Capcanlıydı Şerife. Mutluydular. Akıp geçti yıllar. Kente yakın küçük bir köyde yaşıyorlardı. Dört çocuğu oldu Mehmet’le Şerife’nin; iki kız, iki oğlan. İşler çoğaldı, geçim iyiden iyiye zorlaşmaya başladı gün günden.
Mehmet çalışmayı sevmezdi ezelden. Var yok dinlemez, giyinir kuşanır gezerdi. Çapkınlığa da başlamıştı ufaktan. Giyinip gezer, hava atardı sağda solda. Zamanla işi büsbütün Şerife’nin üstüne yıktı. Götürmeye çalışıyordu Şerife, taşımaya çalışıyordu sırtına yüklenen ağır yükü. Güçlüydü, becerikliydi, ama yetmiyordu işte. Evde yedi kişilik bir aileyi geçindirmek kolay değildi.
İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Ülke az bir zaman önce Kurtuluş Savaşı’nı yaşamıştı. Yoksul düşmüştü. Cumhuriyet kurulmuş, bir bir devrimler gerçekleştirilmeye başlamıştı. Ülkenin, milletin yaralarının kısa zamanda onarılması, her alanda kalkınması gerekiyordu. Öyle de oldu. Halk bir yandan yoksullukla baş etmeye çalışıyor, diğer yandan heyecanla yeniliklere ayak uydurmaya çabalıyor, yeni kimliğine doğru büyük adımlarla ilerliyordu. Mehmet, Atatürk’ün başlattığı okuma-yazma seferberliği sırasında, tanınan olanaklardan yararlanarak eğitmen diploması aldı. Yakın bir köye eğitmen olarak atandı. Sinirli ve sert bir yapıya sahipti; çabuk öfkelenirdi. Bu önüne geçemediği öfke onu zaman zaman şiddete iterdi.
Öğrencilerine hiç taviz vermezdi. Onları her türlü çalışmaya zorluyordu. Çalışmamayı, başarısızlığı asla kabul etmiyordu. Az bir maaş alıyor, onu da giyim kuşamına harcıyordu. Çapkınlığı, gezmeleri de devam ediyordu bir yandan. Aydın kafalıydı, çocuklarını okutmak istiyordu ama evi ve ailesi ile de ilgilendiği söylenemezdi. Karısını, çocuklarını çok seviyorsa da istediği olmayınca şiddet uygulamaktan da geri durmuyordu. Yokluk vardı, açlık vardı. Yedi kişilik ailenin geçimi için gelir gerekiyordu. Tarlada çalışıp üretmek vardı. Ailenin yaşam ihtiyaçlarının sağlanması, bakımı vardı.
Bütün bu ağır yük Şerife’nin omuzlarına yüklendi.
Evinin işini yapacaktı, tarlada çift sürecekti, harman kaldıracaktı, aileyi doyuracaktı. Zor işti, hele tek başına bir kadın için. Zorlanıyordu ama çaresizdi. Kimseye derdini anlatamazdı. Bu sırada İkinci Dünya Savaşı patlamıştı. İsmet Paşa ülkeyi savaşa sokmamak ve etkilerinden korumak için bir dizi önlem almaya başladı. Zorlu bir savaştan yeni çıkmış, yorgun ve yoksul düşmüş, devrimlere atılmış, kalkınmaya çalışan bu millet için yeni bir savaş büyük yıkım olurdu. Bu uğurda alınan önlemler de halkı zorladı. İsmet Paşa: “Evinde, köyünde olanlar, yiyecek bir şey bulabilirler, ama bu millet savaşa girerse cephede askeri nasıl doyururuz” düşüncesinden hareketle çiftçinin çıkardığı ürünün fazlasını alıp silolarda topladı. Bu işle görevlendirilen insafsız, adaletsiz memurlar, yeterince denetlenmediğinden işlerini abarttılar çiftçinin, üreticinin elinden fazlasını aldılar ve insanları açlığa mahkum ettiler. İnsanların bazıları ağaç kabuğu ve ot yemeğe mecbur oldular. Bu durumu yaşayanlar, İsmet Paşa’ya kinlendiler. Bu sebepten İsmet Paşa muhalif, hatta düşman kazanmıştı. Bizi aç bıraktın diyenlere şu cevabı vermişti: “Belki biraz aç kaldınız ama, çocuklarınız babasız kalmadı.” Mehmet, alınan önlemler kapsamında 1942 yılında ihtiyat askerliğine alındı.
Şerife hamileydi, dördüncü çocuğunu dünyaya getirecekti. Yükü daha da ağırlaşmıştı. Düşünceliydi, nasıl kalkacaktı bu yükün altından? Mehmet, kardeşi Osman'ın ölümü nedeniyle bir ay izinli gelmişti eve. İzninin son gecesi dördüncü çocukları bir kız olarak dünyaya geldi. Mehmet gitti vatan görevine. Bir daha dönüşü de olmadı. Bir gün kapının önünde askeri bir araç durdu. Bir asker elindeki torbayı Şerife’ye teslim etti; “başınız sağolsun” dedi ve aracı çalıştırdı gitti. Torba açıldığında Mehmet’in giysileri, kullandığı ufak tefek eşyaları döküldü içinden. Şerife şaşkındı, üzgündü, çaresizdi. Henüz otuz iki yaşındaydı.
Yoksulluğun ortasında dört çocukla dul kalmıştı. Kocası varken çok da yardımı olmuyordu kendisine ama başındaydı ya, ne de olsa kendini güvende hissediyordu. Yanında olmasa da, birlikte çalışmasa da kocası vardı, bunu herkes biliyordu, kimse hor bakamaz, kötü gözle bakamazdı. Şimdi ne olacaktı..? Fazla düşünecek zamanı da yoktu.
Gücünü topladı, doğruldu. Üzüntüye kapılmanın zamanı değildi. Kendini toplamalı ve çok çalışmalıydı. Öyle de yaptı. Kayınvalidesinden yardım istedi. En azından kıra giderken yanında gelmeliydi. Hırlısı vardı, hırsızı vardı. Namuslusu, namussuzu vardı. Bazı üzerine yönelen yanlış bakışları da farketmişti. Günler çalışma, yorgunluk, korku, endişe içinde sürüp giderken bir gün eve erken geldi. Evin kapısında komşu kadınıyla kayınvalidesinin kendisi hakkında konuşmalarını duydu istemeden.
Komşu soruyordu, “Şerife gelin nerde?”
Kayınvalidesi cevap verdi: “Nerde olacak, evin etrafına kale duvar yapıyor, meydan ona kaldı.”
Komşu şaşırmış olarak sürdürüyor konuşmayı : “Fena mı kardeşim koruntuya alıyor. Genç kadın, maazallah başına bir şey gelirse diye korkuyordur. Bence destek ol, dayanamayıp evlenip giderse ne yaparsın?"
Kayınvalidenin cevabı, “Giderse gitsin torunlarıma ben bakarım. Gemi gitmiş sandalı ne yapayım.”
Şerife bir kez daha yıkıldı, Çok üzüldü. Ümitsizlikten içi karardı büsbütün.
Zorlu, yorgun, korku dolu üçüncü yıl yaklaşırken Şerife, yakın köyden bir talibine evet demek zorunda kaldı. Evlenip gitti. İki küçük çocuğu yanında götürdü. Büyükçe olan iki kardeş, gitmek istememişti. Ama Şerife’nin çilesi evlenmekle bitmedi. Hatta daha da dayanılmaz günler yaşayacaktı. İçine geldiği aile de yoksuldu, adamın, daha önce ölen iki eşinden üç çocuğu vardı. Kalabalık bir aile olmuşlardı. Şerife gelin üzgündü. Gözünün yaşı kurumaz olmuştu.
Bunalmışlığın, çaresizliğin verdiği bir karardı onun için evlilik. Canından çok sevdiği iki evladı arkasından boyun bükmüş, üzgün, mahzun, bakmış, kalmışlardı giden annesiyle kardeşlerinin arkasından. İçine ateş düşen Şerife hemen pişman olmuştu ama çok geçti artık. İçi dağlanarak, gözleri arkada yürüyüp gitmek zorunda kalmıştı işte. Nasıl gittiğini bir kendi bir de Allah bilmekteydi. Bundan sonra ikiye bölünen yüreğinin yarısı burada, yarısı orada kanayıp duracaktı.
KAYINVALİDE
Şerife'nin kayınvalidesi aslında kötü bir insan değildi. Ama hayatta öyle acılar çekmişti ki yaşadıkları onun kalbini katılaştırmıştı. Zamanla yalnızlaşmış, bencilleşmiş, duyarsızlaşmıştı. İç dünyasında acılarını hapsettiği yüreği durmadan taşıp duruyordu. O kadar doluydu ki, en yakını bile olsa kimsenin sıkıntısı ve sorununa yaklaşamıyordu. Hatta birilerine, bir şeylere kinleniyordu için için. Ama tam olarak kimeydi bu kini o da açıklayamıyordu. Onu tanımak için galiba bir hayli öncelere gitmek gerekiyor. Mehmet Ağa, köyün tanınmış, zengin, sözü geçen, sayılan bir kişisiydi. Oğulları, köy diliyle İbram Ağa, kardeşi Ahmet Ağa idi. Ahmet Ağa bir aylık evliydi ki bir sabah kalkmış, çarıklarını giymiş evden çıkmıştı.
Bir daha kendisinden haber alınamamıştı. Balkan Savaşı yıllarıydı. Köye işgalci Bulgarlar yerleşmişler, köy halkına yapmadıkları işkence, eziyet kalmıyordu. Köy yakınlarında yer yer çatışma çıkıyor, insanlar acımasızca dövülüyor, malları, paraları ellerinden alınıyor, öldürülüyordu.
Karakollara işgalciler yerleşmişti. İstediklerini tutuklayıp getiriyor, eza ediyorlardı. İşte Ahmet Ağa böyle bir zamanda, yakındaki bir meydan savaşını seyretmeye gitmiş, gören işgalciler tarafından yakalanarak katledilmişti. O sıralar İbram Ağa da bir kaç kez karakola çağrılmış, öldüresiye dövülmüştü. Derlerdi ki ölürken kendisini yıkayacak olan kişiyi yanına çağırıp, bedenini hiç kimseye göstermemesini vasiyet etmiş. Onurlu bir insanmış. Bedenindeki dayak izlerini, çürükleri kimsenin görmesini istememişti. İbram Ağa' nın annesi Ayşe Kadın ki; “Çavuş Nine” adıyla bilinirmiş köyde. Erkek gibi bir kadın olup, ev halkını yöneten, herkese emirler yağdıran, işçileri at sırtında dolaşıp, denetleyen, hükmeden, sözünü geçiren bir kadındır. Aynı zamanda sayılan sevilen güçlü, dirayetli, bilge bir kadındır da. O zamanların zengin ağalarının itibarlı, saygın ihtişamlı bir yaşantısı vardır. Geniş ve verimli topraklara sahip olup, çok sayıda işçi çalıştırmaktadırlar. İşçilerin çoğu Rum erkek ve kadınlarındandır. İbram Ağa 18 yaşındadır.
Çavuş Nine kızını toprağa verir. Çok üzüntülü günler yaşar ve kızının ölüm acısını unutabilmek için oğlunu evlendirmeye karar verir. Yakın köylerden Hatice adında bir kızı beğenir ve teklifini yapar oğluna. İbram Ağa istemez, başka bir istediği vardır köy içinden. Ama Çavuş Nine diretir. Böyle uygun görmüştür bir kere, bu evlenme olacaktır.
Başa çıkamayan İbram Ağa razı olmak zorunda kalır. Ama bir gün gönlünün sevdiğini alacağını söyler. Hemen düğün hazırlıkları başlar. Hatice kız 14 yaşında sarışın, mavi gözlü, kırmızı yanaklı ufak tefek, çok sevimli bir genç kızdır. Kendisi ve ailesi bu gelişmeden memnun olmuşlardır. Sonuçta Hatice, soylu ve zengin bir aileye gidecek ağa gelini olacaktır. Su gibi güzel Hatice Kız, yüreğini uçuran hayaller ve mutluluk duygularıyla dolu, beyaz gelinliği içinde prensesler gibi, aileye gelin gelir. Hatice çok mutludur. Gelin arabası iki gürbüz doru atın çektiği tenteli, süslü bir talikadır. Hatice’yi getiren gelin arabası köye geldiğinde karşılayanlar arasında damat yoktur.
Araba evin kapısına yaklaşır, gelini indirmesi için damat beklenmeye başlanır. Herkesin gözleri damadı aramaktadır, bulamazlar. Sağı, solu sıkı bir aramadan sonra damadı samanlıkta saklanmış olarak bulur, zorla getirirler. Gelin böylece yeni evine iner. Olanların çok da farkında olmamıştır.
Hatice mutludur, kocasını sevmektedir. İbram Ağa için ise aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Derin ve sessiz akan bir nehir gibidir. Aradan yıllar geçer kısa aralıklarla biri kız dört çocukları olur. Bir gün İbram Ağa Hatice’yi köyüne gönderir. O arada kocası savaşta ölmüş dul bir kadını kaçırır, eve getirir. Kadın güzeldir, alımlıdır, boylu boslu neşeli, fıkır fıkır kanı kaynayan bir kadındır. İbram Ağa Hatice'ye gelmesin diye haber gönderir. Ama Hatice'nin babası, gideceksin, orası senin kocanın evi diyerek zorla gönderir. Hatice için dayanılmaz zor günler başlamıştır. Artık evde ikinci bir kadın vardır ve o kadın kocasının yatağını paylaşmaktadır. Kıskanır, ağlar üzülür geceler boyu ama çaresizdir. Çektiği acının tarifi yoktur. Bu acıdan kurtulmak için de elinden hiçbir şey gelmeyecektir. Kaçıp gitmek istese gidecek yeri yoktur. Babasının evine gitmek istese babasının evden kendisini uğurlarken: “Bu evden gelinlikle çıkıyorsun, kocanın evinden kefeninle çıkacaksın kızım” dediği o günkü gibi kulaklarındadır. Ölse de üzüntüden, başına gelene katlanmak zorundadır.
Hatice çaresiz bir teslimiyetle olanları kalbine bastırarak yaşamaya devam eder. Bir süre sonra İbram Ağa Hatice'yi çok arzular ve yanına gelmek beraber olmak ister. Hatice asla böyle bir şeyin olmayacağını kırgın, öfkeli ve isyanla onun isteğini geri çevirir. Yüreği çırpınan yaralı bir kuştur artık.
Kıskançlık, acı, hüzün dolu kahredici dört yıl geçmiştir, Hatice için. Nasıl ölmediğine, nasıl delirmediğine şaşmış kalmıştır zaman zaman. Kendisinin yerine kocasının koynuna giren kadına kin büyütmüştür yüreğinde gün be gün. Aynı evi paylaşmak, aynı sofraya oturmak, aynı havayı solumak…
“Allahım” diyordu Hatice, “ne dayanılmaz işkence bu…”
Hatice için acılar içinde geçen dört yıldan sonra İbram Ağa hastalanır, yataklara düşer.
Son arzusu olarak Haticeyi yanına ister. Hatice gelir, yanına oturur. İbram Ağa halsiz başını Hatice’nin dizine koyar. O koskoca ağa, çok zavallı görünümündedir. Zorla başını Hatice’nin yüzüne çevirir, öyle acılı, pişman bir bakış vardır ki gözlerinde, bu çaresiz bakışlar karşısında hangi yürek olsa parçalanır. Hatice çevresindekilerden bir bardak su ister, İbram Ağa'nın halsiz başını kaldırır ve birkaç yudum su içirir. Bir iki dakika sonra İbram Ağa ruhunu teslim eder. İbram Ağa'yı ölümünden on gün önce yakalayıp karakola götürürler, orada yanında çalışan Rum işçilerden birkaç kişiyi aleyhinde konuşurlarken işitir. Anlaşılan Rum asıllı kalleş işçiler düşmanlarla işbirliği yapmışlar, onu şikayet etmişlerdir. İbram Ağa' yı karakolda acımasızca döverler. Bu ölümcül darbeler İbram Ağa'nın ölümüne sebep olmuştur. Bir süre sonra da işgalci kafirler İbram Ağa'nın evini yakarlar. Üst katına çardak denilen evin ikinci katı tamamen yanar. At ahırlarının kapıları açılır, güzelim atlar, diğer hayvanlar yağma edilir. Para pul arar evi talan ederler. Hatice'nin acıları son bulmaz. İbram Ağa ölür, acılar sıkıntılar daha da artar. Kafir korkusundan evlerini terk eden köy halkı ormana kaçmış sığınmıştır çoluk çocuk. Aileleri cesaretli kişileri uygun zamanlarda korka korka eve gelip, yiyecek içecek sırtlanıp endişe içinde ormana dönmektedirler. Hatice, ailenin en cesurlarındandır, çoluk çocuk ve yaşlı insan açtır.
İster istemez evin yolunu tutar. Gerekenleri yüklenir getirir. Bir defasında yine evden çuvalını doldurmuş dönerken arkasından atların ayak seslerini duyar, öyle korkar ki sırtındaki çuvalı yolun kenarına atıp, koşar ormanın içine dalar. Bu kez çuvalına sandığından ne varsa altın, para hepsini de doldurmuştur ama ne yazık ki canımdan kıymetli mi diyerek atmış her şeyden vazgeçmiştir. O zenginlikler, varlıklar böyle böyle yok olmuş bitmiştir. Acılı günlerden sonra birer birer topraklar geri alınmış, düşman işgalinden kurtulmuş, pis istilacılar yakıp yıkarak memleketi terk etmişlerdir.
Giderken çok canlar yakmışlar, insanları buğday yığınlarının içinde süngüleyerek, ahırlara doldurup yakmak suretiyle insanlık dışı kalleşçe öldürerek kaçmışlardır. Hatice İbram Ağa’nın ölümünden sonra çocuklarıyla çetin yıllar yaşamıştır. Aç kalmış yorulmuş, bunalmış pes etmemiş, çocuklarını büyütmüştür. Tam biraz nefes alacağı sırada 20 yaşındaki kızı Mukadder dut ağacından düşmüş felç olmuş, yatalak kalmıştı. İki yıl ona zor şartlarda gözü gibi bakan Hatice, ikinci yılın sonunda Mukadder'i kaybetmiştir. Gencecik kızını kaybetmek Hatice’ye zor gelmiş, üzüntülere boğulmuştur. Bir yıl sonra askerdeki küçük oğlu Murat, teskere almış gelirken şehirde bir akrabasının yanına uğramış köye gitmeden önce. Babasının halası olan bu akraba kadın kendisinden, akan çatısını onarması için yardım istemiş. Murat çatıyı onardıktan sonra biraz uyumak üzere yatmış.
Kalktığında ise baş ağrısından kıvranmaya başlamış. Hastaneye götürmüşler menenjit teşhisiyle tedavi görmeye başlamış. Kendisine haber gönderilen Hatice Kadın kırk kilometrelik yolu yaya yürüyerek şehre hastaneye koşmuş, oğlunu hasretle, özlemle yüreğine düşen ateşle kucaklamış. Oğlu halsiz ama yüreğindeki büyük sevinçle anneciğim “sen beni burada buldun mu?” diyerek sarılmış. Murat üç gün sonra hayata gözleri açık veda etmiş. Hatice oğlunu şehir mezarlığına bıraktıktan sonra yaya olarak köyünün yolunu tutmuş. Yüreği sanki taşlaşmış, ağırlaşmış, ağlamak istiyor ama ağlayamıyormuş. Oğlunun iki ay önce izne geldiğinde, dönerken söylediği şu sözler kulaklarında çınlıyormuş: “Ağlama anneciğim, ölmeye gitmiyorum ya iki ay sonra buradayım.”
Olamamıştı işte, yakınına geldiği halde köyüne, evine ulaşamamıştı Murat. Kısa aralıklarla iki yavrusunu kaybetmiştir Hatice. Acı içine çökmüş tortulanmış, kaskatı kesilmiştir. Bu arada büyük oğlu Ankara’da ihtiyat askerliğindedir. Kardeşinin ölümünü haber alınca izin alır, koşar gelir. “Ah kardeşim ben sensiz yaşayamam can kardeşim” diye feryad ederek yürekleri dağlar, parçalar kendini nereye vuracağını şaşırır. Murat’la Ali çok anlaşırlar, birbirlerini çok severler, bir tek yedikleri ayrı giden iki kardeştir. Kardeşinin acısına dayanamayacağını söyleyip ağlar Ali. Bir yandan da son görevlerini yapmaya devam eder Ali.
Kardeşinin arkasından hayırlar yapar, mevlidini okutur ve çaresiz vatan görevine döner. Gittikten bir ay sonradır, bir acı haber de ondan gelir. Ali Ankara’nın, karlı soğuk bir gecesinde nöbet tuttuğu sırada üşütür, zatürreye yakalanır, hastanede tedavi olduğu sırada hayata gözlerini kapatır. Ziyarete giden, son dakikalarında yanında olan ağabeyine son sözleri şu olmuştur: “Öldüğüme yanmıyorum, dört çocuğum ortada kalıyor.” Hatice boyundan büyük üçüncü evladını da kaybetmenin acısıyla deli divaneye dönmüştür. Herkesle ilişkisini kesip yüreğinde gün günden büyüyen acısıyla yaşamaya başlamıştır. Gözünde her şey, herkes anlamını yitirmiştir. Olup bitenlere, dünyaya uzaktan bakar gibi yaşamaya başlar. İşte Şerife’nin kayınvalidesi Hatice Ana’nın öyküsü de budur.