NİHAYET
Kısa boyu, çelimsiz vücudu, çukurlarına gömülü fersiz kahverengi gözleri, yer yer seyrelmiş kır saçları, kıvırcık sakalı, diz kapaklarına kadar uzanan işlemeli beyaz geceliğiyle ve parmaklarına takılı yüzükleriyle bir müneccimi anımsatan Tahir Gedik, Nuh nebiden kalma yatağında gözlerini tavana dikmiş nemden kabarmış yarıklara bakıyordu. Uyku mahmurluğunu henüz üstünden atmıştı ki birden uzandığı yataktan yarı hayretle doğruldu. Diz kapağına kadar sıyrılan içliğini topladı, patiklerini giydi, ağır adımlarla odasının perdelerini araladı.
Penceresine vuran iri kar taneleri yüzünü güldürdü. Bir salkım taze üzüm yemiş gibi ağzı tatlandı. Pencereyi açıp dilini yağan kara uzatmak istedi. Sonra bu fikri beğenmedi.
Küçük penceresinden gördüğü şehir kar altındaydı. Karla kaplı çatıları, minareleri, dağ eteklerine serilmiş ormanlarıyla bulutsuz ak bir günde uzaktan ufka bakana nakışlı Hint kumaşı gibi gözüken bu şehre, yeni bir dünya keşfetmiş gibi doya doya baktı. Baktığı yerden bütün şehri seçebiliyordu.
Bazen saatlerce şehrin güneyinden geçen hafriyat kamyonlarını seyrettiği olurdu, ufukta nokta kalana dek kıvrılmadan giden hafriyat kamyonlarını. Kimi zaman damper kapaklarından asfalta dökülen kumları görebildiğini düşünürdü. Ama yağan kar büyük bir gürültüyle geçen kamyonları bile seçebilmesine engel oluyordu.
Kamyonlar, şehrin ihtişamını arttıran Akdağ’ın eteğinden süzülüp geçerdi. Yılın ilk karı Akdağ’a düşer, düşen kar aylarca kalkmazdı. Akdağ’ın karı kavun gibidir. Kokusu kilometrelerce uzaktan gelir şehre yayılır. Koku keskindir. Tahir Gedik’in kapalı penceresini kar kokusu kapladı.
Hayli zamandır, aradığı saadeti bulamamanın sancısıyla bir başka şehre yerleşmek düşüncesi tekrar aklına düştü. Sonra, sessiz yarı ölü uykusunda saçları yastığına dağılmış gibi görünen bol çam ağaçlı bu şehirden ayrılamayacağını fark etti. İlerleyen yaşı onu birçok şeyden alıkoyduğu gibi artık yeni bir sergüzeşte de imkân tanımıyordu.
Alışkanlıklarının esiri olduğundan beri hiçbir konuda irade gösteremediği aklına geldi, canı sıkıldı. Hem sonra nereye giderse gitsin bir daha asla mutlu olamayacağını keşfetti, hatta yalnız öleceğini keşfetti. Bu keşif onun karanlık yalnızlığını aydınlatan ışıkları da bir bir söndürdü. Yarı isteksiz perdeleri kapatıp yatağına uzandı. Gözlerini yumdu. Boyasız duvardan ayak bileğinin ucuna doğru kıvrılan yarığın soğukluğunu gaiplerden gelen kutsal bir elin tokadı gibi iliklerinde hissetti. Hayli yıpranmış yatağı ile küçük kümeler teşkil eden yarıkların arasına sıkışıp kalmış olan solgun derili ayağını karnına kadar çekti.
İçine işleyen soğuk, onu düşüneceği şeylerden alıkoyuyordu. Oysaki dün diş fırçasının kendisine yaptığı münasebetsizliği düşünmek isterdi. Hatta ona fazlasıyla öfkeliydi. Telleri yıpranmış olan diş fırçasını, lavabonun altında gördüğü örümceği def etmek için kullanmak istemişti. Diş fırçasının kısa tellerinden istifade eden örümcek önce kıllı ayaklarını, en nihayetinde bütün vücudunu kurtarıp kaçmasını başarabilmişti.
Örümceğin kendisine doğru hareketlendiğini gören Tahir Gedik, gerisin geriye odasına koşmuştu. Âdeti üzere mecbur kalmadıkça odasından çıkmaz, gününü harcayacak boş uğraşlar edinirdi. Odasına geçen Tahir Gedik, o gün kapı eşiğinin aralığından soğuk girmesin diye havlusunu sıkıştırmıştı. Belki de örümcekten korktuğu için soğuğu bahane etmişti. Örümcek bahsi tekrar aklından geçince içini bir üşüme aldı. Diş fırçasının kendisine yaptığı münasebetsizliği düşünmekten vazgeçti. Havasız odasını, yan daireden gelen sesler doldurunca seslere kulak kabarttı.
“Önce içeri gir! Bunlar kapıda konuşulacak şeyler mi? Konu komşuyu başımıza toplayacaksın. Nurcan yalvarırım…” sesinden orta yaşlı olduğunu tahmin ettiği adam, kadını kolundan tutup içeri çekti.
Kapılarını sertçe kapattı. Tahir Gedik’in kulağına gelen sesler boğuk bir hal aldı. Pencereye vuran rüzgârın sesi yan daireden gelen seslere karıştı. Nurcan Hanım’ın ağlamaklı “Allah belanı versin! Hiç utanmıyor musun?” dediğini işitebildi. Evin içinde çocuklar ağlaşmaya başlayınca kadının sitemleri kesildi. Çocukların ağlaması adamı sinirlendirmiş olacak ki adam yarı öfkeyle duvarı yumrukladı. Sıvası kabarmış duvardan birkaç toz parçası yatağa döküldü.
Tahir Gedik, eski bir binanın bakımsız bir dairesinde yalnızlığını tekrar hissetti. Oysa evin içi çocuk sesleriyle dolu olsun isterdi. Yalnızlığını paylaştığı biri olsun isterdi. Bir buluta kaç kar tanesi sığarsa evine de o kadar insan sığsın isterdi. Midesi guruldamaya başlayınca yattığı yerden doğruldu. Kaybettiği bir çift tüylü terliğinin teki duruyordu. Onu giydi. Ayaklarını sürüyerek mutfağa yöneldi. Tahir Gedik’in boşluktaki gözleri ağır ağır mutfak dolabına geldi, mutfak dolabında dikildi kaldı.
Bir şeyler yemek istiyordu. Ama tamtakır kuru bakır dolabında yemek pişirecek bir şeyler bulamadı. Böyle yalnız, durgun insanların canı kolay kolay yemek pişirmek istemez. Yalnız yaşayan insan ne yiyeceğini şaşırır. Dolapta bir şeyler bulamayınca iştahı kaçtı. Dolaba baktı kaldı, içerden bir tasa koyduğu zeytinleri çıkardı. Ekmeksiz birer ikişer ağzına attı. Sonra aklına annesinin tandırda pişirdiği ekmekler geldi. Gözleri buğulandı. Tandırdan çıkan ekmekleri eli yanarak sofra bezinin üstüne sıralardı. O ekmeklerin tadını daha sonra hiçbir yerde bulamadı.
Köyde geçen çocukluğunu parça parça hatırlamaya başladı. Bir köy evinde yaşamış olmanın en güzel yanı aklına geldi. Geceleri, yıldızları bütün çıplaklığıyla görebiliyor olmasıydı. Yıldız alacası, çekirge sesi ve kuru ot kokusu. Biliyordu, ağlayarak özlenmeliydi bütün güzellikler. Sonra yine mum ışığında uzun düşüncelere daldığı saatleri anımsadı. Güneşli günleri umut etmenin ateşin icadından aydınlık olduğunu da biliyordu. “Hey gidi koca dünya” dedi. İçinde bulunduğu durum, önce aklına hücum eden anıları bulandırdı sonra midesini. Tam küfredecekken ısırdığı zeytin çekirdeği canını acıttı. Zeytin çekirdeğini çöp kovasına nişanlayıp attı.
Odasına döndüğünde yan dairedeki seslerin kesilmiş olduğunu fark etti. Hafriyat kamyonlarının çıkardığı gürültü de duyulmuyordu. Yalnız kulağına gittikçe uzaklaşan gençlerin sesleri geliyordu. Gençler ara sokağa sapınca sesleri de bütün kesildi. Oysa bu seslere ne kadar çok alışmıştı.
İnsanları seslerinden tanır, çocukları seslerinden ayırt ederdi. Seslerle yaşamayı huy edinmişti. İnsanların kavga etmesini sevmezdi ama yan dairedeki komşularını en çok kavga ederken severdi. Çünkü onlar, öfkelendikleri zaman seslerini yükseltir kendisinin duyabileceği şekilde konuşurlardı.
Evini dolduran seslere, Kur'an tilaveti dinler gibi hürmet eder, işitebileceği bütün seslere minnet duyardı.
Akşama doğru soğuk şiddetini arttırınca üzerine aldığı yorganın yeterli gelmediğini gördü. Çareyi daha kalın bir şeyler giymekte buldu. Odadaki dolabın kapağını açtı. Askılıkta duran üç beş parça kıyafeti kat kat üstüne giydi. Askılığa asmayıp dolabın köşesine tıktığı eskileri ayıklama ihtiyacı hissetti. Koca bir kar kütlesi gibi topaklanmış elbiseleri dolaptan dışarı çıkardı. Kimisi küf kokuyordu kimisini de tahtakuruları delik deşik etmişti. Eline yapışan örümcek ağlarını görünce diş fırçası aklına geldi. Ona duyduğu öfke geçmemişti. Sinirlenip elbiselerini tekrar dolabın köşesine fırlattı. Fırlattığı esnada bir çıkıntı fark etti. El yordamıyla çıkıntıyı kendisine çekti.
Uzun zaman önce kaldırıp bir kenara attığı sandıktı bu.
Sandığın üzerindeki tozları nazikçe temizledi. Şefkatle ahşap işlemeleri okşadı. Zaman yavaşladı. Sandığın kapağını kaldırdı. Yapraklarını baharda açan çiçekler gibi sandık açılıverdi. Sandık açılınca Tahir Gedik’in yalnızlığı, bir başına büyüyen başaklar gibi büyüdü. Sol ayağı sallanan yarım metre kare ahşap bir sandıkta sararmış üç fotoğrafı eline aldı. Üç eliyle dokundu onlara, üç gözüyle baktı onlara, üçe bölüp yüreğini üç insan gibi sevdi onları...
Genzine yanık ot kokusu dolduğunu zannetti. Kafasının içinde; çocuk sesleri, kahkaha sesleri bir bir yükselmeye başladı. Hüzünler ağır gelmesin diye, penceresine konan kuşları kulaklarına tıkamak istedi. Hüzünler filiz verdi üç fotoğrafın üçünden… Biliyordu kalın parmakları sandığın kapağını tekrar kapatacak, hoyratça evin başka bir köşesine savuracaktı. Her bulduğunda ilk defa görüyormuşçasına heyecanlanır, heyecanı geçince kendisine kızardı. Ama yine de bir yanıyla alabildiğine seviniyordu. En ıssız okyanusun dibine de savursa bu fotoğrafları, o gün yalnız değildi, yemiş vermiş bir dal gibiydi yanakları, o gün yalnız değildi.
Sandığı olduğu yerde bırakarak bitkin vaziyette yatağına uzandı. Hiçbir şey düşünmek istemedi. Diş fırçasına da artık öfkeli değildi. Nefes alış verişlerini dinledi, göz kapakları ağırlaştı. Saate bakınca gece yarısı olduğuna inanamadı. Gözlerini bilekleriyle ovuşturdu. Hiçbir ses kırıntısına rastlamayışını gece olmasına yordu.
Uyumaktan başka yapacak bir şeyi olmayınca sağına yattı. Sağ tarafına kıvrılmasıyla tıkırtılar duyması bir oldu. Karyolasından geldiğini düşündü, hareket etmedi. Sesler devam edince dizleri üstüne doğruldu, kulağını boşluğa uzattı. Seslerin evin içinden geldiğine emin oldu. Seslere karşı hassasiyeti arttığından olsa gerek bu sesi bir hayli garipsedi. Bir çift ayak sesi duyduğuna yemin edebilirdi. Gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi bir zaman hareketsiz kaldı. Neden sonra cesaretini toplayıp odasından çıktı. Odasından çıktığı vakit dış kapının kapandığını gördü. O kısacık an Tahir Gedik’e bir ömür gibi geldi. Hızlı adımlarla evin dış kapısına yöneldi, kapıyı açtı. Merdiven boşluğuna kafasını uzattı. Her katın otomatik sensör ışıkları peşi sıra yandı. Evine giren hırsızın arkasından “Hey! Nereye, dur, gitme” gibi şuursuz birkaç kelime sıraladı. Daha sonra içeri girip dış kapıyı kapattı. Dizlerinin bağı çözülünce sırtını kapıya yaslamak ihtiyacı hissetti, olduğu yere çöktü.
Kapısını hiçbir zaman kilitlemezdi. Binanın metruk görüntüsünden olsa gerek, apartman sakinleri bile evlerine isteksiz girerdi. Bir insan böyle bir binayı neden tercih eder diye düşündü. Düşündükçe kanı çekildi, ağzı kurudu. Evin ışıklarını yakıp odaları gezme gereksinimini duymadı. Çalınacak bir şeyi yoktu zaten. Ağır aksak odasına yürüdü. Yavaş yavaş yaşadığı şoku atlattı. Odasına girdiğinde kapı ağzında kalakaldı. Çığlık atmasını bilse muhakkak çığlık atardı. Karanlıkta küçük gözleri iyice kısıldı. İniltiye benzer sesler çıkarmaya başladı. Ellerini başının arasına alıp kesik kesik “Bir insan” diyebildi. “Nihayet, bu evin kapısından bir insan girdi” diye tekrarladı. “Bir insan” dedi, “Bir insan…”