ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 31-08-2024 17:55   Güncelleme : 31-08-2024 19:08

Modern Dram / Kübra Okudan Apaydın

Yazan: Kübra Okudan Apaydın -MODERN DRAM

Modern Dram / Kübra Okudan Apaydın

MODERN DRAM

Köpekbalığı görseli aradı hızlıca. Bilgisayardan arama kısmına yazarak görsellere tıkladı, ardından fare ile aşağılara doğru indi. Hızlı olmalıydı zira kaşla göz arasında başka ve ne olduğu kesinlikle fark etmeksizin herhangi bir şeye dikkati geçme olasılığı bulunan bir şey vardı karşısında; bir çocuk!

​Kafasındaki sekmelerin bilgisayarda açılı olanların bir milyon katı olduğu şüphesizdi ama bilgisayar dahi donarak tepki verebiliyor olmasına rağmen kendisinin durmaya, nefes almaya ve tabiri caiz ise bilgisayar kadar dahi kalakalmaya zamanı yoktu. Tüm bunları düşünmesi ile köpek balığı görselini yazıcıdan çıkartması otuz saniyesini aldı.

​Kafasını kaldırdı. Aman Allah’ım! Bu bir sihir değil de neydi? Celladına aşık olmak gibi bir şeydi. Bir çocuk sahibi olmak, kimileri yakıştırmayacak olsa dahi tam olarak bu demekti. Hiç kimse itiraf etmek istemese, her anne ve baba bu fikirden içten içe adeta tiksinse de bir çocuğunuzun olması tam da bu demekti.

​Görseli verdiği çocuk boyadığını zannederken karalamaya ve hatta boya kaleminin ucunu masaya doğru kaydırmaya dahi başlamıştı bile. Kadın ise kendisine ait bu işyerinin on metrekarelik odasında dikkatini dağıtan onca ıvır zıvır yetmezmiş gibi zavallıca odaklanmaya çalışıyordu yaptığı işe ama ne fayda…
Bilgisayarda yazmaya çalıştığı dilekçenin ilk paragrafının sonundaki tek noktaya takıldı gözleri bir anda.

​Hayatta kendisini en çaresiz hissettiği an geldi aklına.. Genel geçer ömür çizgisine bakıldığında yolun yarısı ediyordu. Yani otuz küsur yıllık hayatında neler olup bitmişti.. Ne eleklerden elenmiş de geçmişti ama hiçbir anında, kucağında tuttuğu ve gerektiği anda uğruna canını verebileceği o şeye hükmedemediği anlardaki kadar çaresiz hissetmemişti. Çünkü hayatta hoşlandığınız ve hoşlanmadığınız şeyler olur, tahammül ve istek seviyeleriniz doğrultusunda bazı şeyleri hayatınıza alır ve istemediğiniz, yapamadığınız bir anda bırakabilirsiniz. Ama çocuk sahibi olduğunuzda sizin yüzünden ve sizin insiyatifiniz doğrultusunda hayata ‘merhaba’ demiş o küçücük şeyi asla ama asla yok sayamazsınız. Tahammül seviyeleriniz, istemeniz, istememeniz, hazır olup olmamanız ve hatta dünyada en sevdiğiniz şeyin o olup olmaması dahi bir anlam ifade etmez o noktada. Zira artık hayatın başka bir boyutuna geçersiniz ve çocuklarını terk eden anneler dahi bir daha asla hiç çocuk dünyaya getirmemiş gibi yaşayamazlar kanımca. İşte bu nedenle kadın da gocunmuyordu evladından ama iliklerine kadar hissedebiliyordu bu zorluğu ve haykırmak istiyordu ki yaşadığı çaresizliği, kimse yalnızca hikâyeler anlatmasın anne baba adaylarına diye.

​Anne olmak, dünyanın hiçbir ölçüsüyle ölçülemeyecek bir şey, hiçbir tartı tartamaz bu duyguyu. Bir sohbet sırasında yeni anne olmuş birisi bebeğine baktığını ve ‘’bir gün boyun boyumu geçecek belki ama sevgin sevgimi asla‘’ dediğini anlatmıştı. Bu söz, kadının içine işlemişti sanki. Kadın kara kazanlarda kaynatılsa dahi kimseyi onun kadar sevemeyeceğini ve sevgisini evladının dahi geçemeyeceğini biliyordu ama modern dünyanın hâlâ modernleşmemiş bazı olgularını almak istiyordu karşısına.

​Mesela kadın, ilk anne olduğu aylarda; “Bu işin bu kadar zor olduğunu hayal dahi edemezdim” demişti bir arkadaşına ve arkadaşı uzaylı görmüş gibi tiksinircesine bakakalmıştı suratına. Çocuk büyütmek hayatın en ağır yükü olabilirdi kadına göre ama güzel, katlanılası bir yüktü bu. Kadının asıl hayret ettiği bunu kimsenin dile getirmiyor ve kabul etmiyor oluşuydu. İnsanlar bu konuda sus pustu. Aşık olunca samanlığın seyran olduğunu sanan zihniyetle aynı kişiydi bu insanlar. Gerçekleri göremiyorlar mıydı yoksa görmek istemiyorlar mıydı bilmiyordu kadın. Hatta bir ara hükümetlerin desteğiyle insanların, gençleri çocuk yapma fikrinden vazgeçirmemek için ağız birliği yaptığını falan düşünmüştü ciddi ciddi.

Kadın, çocuk büyütme döneminde, yakınları da dahil birçok kişiden destek almıştı aslında ama hiç kimse çocuğunun yüzü düştüğünde kadının aklından geçen korkunç senaryoları hayal dahi edemeyecek kişilerdi. Bir keresinde çocuğu düşüp avuç içi çizilmişti, sevgiler sarmalında büyüttüğü üç yaşındaki kızı öylesine gözyaşı dökmüştü ki, sanki her damla, kadının kalbini delmişti. Daha önce büyük olduğunu düşündüğü ve yaşadığı hiçbir aşkta böyle bir şey hissetmemişti kadın. Günümüz çalışan anne sendromu nedeniyle çocuğunu iki yaşında kreşe göndermek zorunda olduğu ve sabah erken kaldırdığı için iki yıldır duyduğu vicdan azabı tarif bile edilemezdi. Üstelik bu yıllar geçse dahi telafisi olmayacak ve ilk günki gibi sızlayacak bir şeydi.

​Kadın geldiği noktada edindiği tecrübeler neticesinde bir şey daha öğrenmişti. Yıllarca “kadın erkek eşittir” diye beynimize çakılan sloganlar bir hava gazından ibaretti. Bu fikir de modern toplumun bilmem hangi amacına hizmet eden, bilmem kaçıncı taktiğinden biriydi. Çünkü hiçbir zaman eşit olmayan kadın ve erkek, hiçbir zaman eşit de olamayacaktı. Olmamalıydı; kadın ile erkek bir olamazdı. Kadının içinden geçtiği deliklerden bir erkek asla aynı hislerle geçemez ve bir erkeğin kaldırdığı yükle bir kadın boy ölçüşemezdi. Bu iki kere iki dört eder kadar netti ama modern toplumlara erkekler yetmezmiş gibi köleleştirilmeye müsait bir o kadar daha kadın gerekti. Üstelik bu işin cafcaflı sloganları da ‘’eşitlikti!’’

​Bu kadın hayatı boyunca bir erkeğin yapabileceği her işi denemişti. Ev işleri, elektrik işleri, inşaat işleri, boya işleri, hamallık, pazarcılık, borsa, kripto para, saygın bir meslek, iş, kariyer daha nicesi… Çok övgüler edinmişti. Sevdiği bir eşi olmasına rağmen o hayatında olmasa duygusal duygu durumu hariç tek bir zerresi etkilenmezdi. Eşitliği dibine kadar bilirdi. Feministti, öyle ki alışveriş yaptıklarında poşetleri eşi ile eşit olarak bölüşmeye dahi dikkat ederdi. Hem eşine kıyamaz hem de yük olmak istemezdi. Ama yaşadığı tüm sorunların takıntılı bir biçimde içselleştirdiği bu eşitlik ile ilgili olduğunu geçte olsa fark etmişti. Üstelik modernizmin ‘’eşitsiniz’’ başlığı altında kadınları nasıl ezip geçtiğini ve yerle bir ettiğini iliklerine kadar hissetmişti. Bu ideolojileri toplumun kafasına çakanlardan nefret etmişti.

Bir kadın nasıl bir erkeğe eşit olabilirdi ki; bir kadın erkeğin kapasitesinin aldığı her işi yapabilirdi belki ama yapmalı mıydı? Bu ona ne katardı? Ancak modern devletlerde sözde ‘’modern bir kadın’’ yapardı bunu. Belki yakasına kurdele takarlardı. Ama içerisinde kopan fırtınaları hayale güçleri yetmezdi. Çünkü kadını mutlu eden bu değildi. Bir kadın tüm tehlikelere kafa tutacak kadar dik olabilirdi ama onun ufacık bir tehlikeye dahi bulaşmasına kıyamayacak ve kendisiyle eşit olduğunu bilen bir değer ile mutlu olabilirdi. Bu elbette bir erkek olmak zorunda değildi. Ama bir kadın özünde tüm savaş malzemelerine sahip küçük şirin bir kız çocuğu değil miydi ki?
​Kadın evlat sahibi olmasından sonra bunun kendisine neden bu kadar ağır geldiğini dört sene sonra işte bu şekilde öğrenmişti.

Kadınların üzerine yapıştırılan vasıflar altında kadın dimdik durabiliyor ama içten içe çöküyordu aslında. Tüm bu vasıflar arasında kadının hükmedemediği, söz geçiremediği, istese dahi bir kenara bırakıp akışında seyredemediği tek şey anne olmaktı. Tüm vasıfların üstünde, kadını kuşatan sarmalayan üstelik ılık ılık akan bir kan kadar tatlı ve vazgeçilmezdi. Bir kadın anne olduğunda kendisine yapıştırılan ve yakıştırılan tüm derecelerin aslında kendi yetenekleri, başarıları doğrultusunda biraz daha iyisi olabilsin diye, toplumla arasındaki vazgeçilemez bir sözleşme olduğunu anlıyordu. Fakat çocuk, tüm bu alışverişlerden yüce, kadını tek taraflı esir almış ve ölene dek bırakmayacak, kadınınsa bir adım uzağında kalsa yaşayamayacağı istemli bir bir köleliğin baş tacıydı. Kadın bu istemli köleliğinin kendisine neden bu kadar zor geldiğini üzerine yapıştırılan armalara bakarak anlayabiliyordu. Ve bir erkek ile asla ve asla eşit olamayacağını, bir erkeğin kadının olduğu seviyeye asla erişemeyeceğini görüyordu. Bu düzen kadını bu kadar ezmemeliydi. Kadınlar hep birlikte ve özellikle rütbeli kadınlar tüm bu zırvaların içinde annelik etmenin ne olduğunu dürüstçe haykırabilirse belki eşit olduklarını zanneden en yakınındaki erkek de durumu fark edebilirdi. Belki değiştirilebilirdi…

Belki kadınların anne olmayı zevkle yaşadığı bir ütopya gerçek olabilirdi…

​Çocuk iyice sıkılmış, geçen bu beş dakikada elindeki boya kalemlerini çoktan duvarlarda dans ettirmeye başlamıştı bile. Kadın hemen yerinden kalktı, ‘’Anlaşılan sıkıldın, eve gitmek ister misin?’’ diye sordu.

‘’Ama markete gitmek istiyorum’’ dedi şirine.

‘’Olur canım’’ diyen kadın bu sırada eline çoktan bez ile deterjanı almış duvarı temizlemeye başlamıştı. Bu arada kabanını giymeye başlayan dört yaşındaki minik kız bir yandan da üzerine düşeni bildiği için boya kalemlerini topluyordu. Birlikte markete uğrayarak kadının çocuksuzken; ‘’çocuğuma asla vermem’’ diye, diğer anneleri kınadığı cipsi çocuğuna alarak eve geçtiler.

​Kadın çocuğun üstünü çıkarıp, yıkadıktan sonra yaklaşık iki saat yemek yedirmeye çalıştı. Eve gelen adam öyle yorgundu ki koltuğa yıkılıp kalmıştı. Kadınsa çocuğun yemek yerken her odaya saçtığı oyuncakları topladı, mutfağı topladı, çocuğun kreş çantasını hazırladı ve yatırdı. Yaklaşık iki saat süren uyutma çabaları sonunda yataktan kalktı, baktı; adam hala koltuktaydı. Yarın neler yapması gerektiğini planladı. Evini, gece ölürse; ‘’bu kadın da amma pismiş’’ diye içlerinden geçirmesinler derecesinde derli ve toplu bıraktıktan sonra yattı, yine saat üçe kadar uyuyamadı ama yataktan da kalkamadı çünkü eşi o yatakta olmadığında uyuyamazdı…

 

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi