ÖYKÜ
Giriş Tarihi : 21-09-2022 21:47   Güncelleme : 21-09-2022 22:01

Kovan Adamı

Yazan: Yeşim Dağsuyu - KOVAN ADAMI 

Kovan Adamı

KOVAN ADAMI 

"Bir yere gidecek halim kalmadı, şurada azıcık dinlenelim sonra devam ederiz yola” demişti, Ahmet amca. İnatlaşacak halim yoktu bu çam yarması herifle, ters bir laf edersem beni o canavarların içinde bırakıp giderse halim yamandı. Politik olmayı bilmem lazımdı, her olaya bodoslama dalarsam halk kahramanı değil, ortamın ayrık otu olurdum.

Tam da şu an politik olmaya karar vermemde kesinlikle o canavarların korkusu yok yanlış anlaşılmasın, bir kere ben gözümün gördüğü hiçbir şeyden korkmam. O Borussia Dortmund taraftarı canavarlarla bir husumetimiz olsun istemiyorum sadece;
“Tabii ki Ahmet amca sen nasıl istersen, su vereyim mi biraz? Güneşin altında iyice ısındı ağzına pek layık değil ama sen iste şu dağı aşıp zirvesinden su doldurup geleyim” deyivermiştim. Peki benim bu fedakarlıklarla dolu teklifim karşısında ne dese beğenirsiniz?
“Ulan kerata dağ dediğin minik bir tepecik zirve dediğin akmayan çeşme, boş konuşma asabımı bozma.” 

Kıymet bilmez herif ne olacak bundan sonra yağmurlu günde su yok sana hadi bakalım, benimle uğraşmak neymiş göstereceğim sana. Ama hemen şimdi değil beş bilemedin on yıl sonra. Önce şu Dortmundcuların işini bitirelim de sana da sıra gelecek elbet.

Benim de hiç halim kalmamıştı şuradan şuracığa gitmeye ama hiç şikayet etmiyordum. Üstelik Ahmet amca;
“Senin yüzünden yavaş gidiyorum o yüzden akşam ettik bak, biraz hızlı ol!” demesin mi?
Dümbelek herif senin bir adımın 36 metre ben zaten sana yetişmek için maraton koşuyorum, tüm hücrelerim S.O.S diye sinyaller gönderiyor, sen hala neyin zarafetinden, ince düşüncesinden bahsediyorsun. Tüm bunları içimde tuttum çünkü olay mahaline iyice yaklaşmış durumdaydık. Bu sebeple;
“Çok haklısın Ahmet amca seni yavaşlattığım işlerini uzattığım için en içten özürlerimi sunuyorum” diye yanıtlamıştım.

Yalnız iki yüzlülükte ben de fena değildim ilerleyen zamanlarda bu özelliğimi geliştirmeye yoğunlaşmalıydım, büyüyünce çok işime yarardı kolumda altın bir bilezik olurdu. 

Sesleri duyulmaya başlamıştı Dortmuncuların, vahşi herifler ne olacak ortalığı inim inim inletiyorlardı. Belki hasta biri vardı, belki bir çocuğun ertesi güne sözlüsü vardı ona çalışıyordu belki bir anne çocuğunu uyutmaya çalışıyordu bu yaptıkları düşüncesizlikti koskoca köyde bunlara " Dur!" diyecek bir babayiğit yok muydu yahu? Bir an annemden direkt alıntıladığım bu sözlerin ne kadar mantıksız olduğunu fark eder gibi oldum ama bu konuyu çok deşmeye gerek yok sanırım. Ancak bu sırada çok ilginç bir şey olmuştu.

Canavarların seslerini duymaya başlayınca Ahmet amca gülümser gibi olmuştu, demek o da onların iş birlikçisiydi başka bir açıklaması olamazdı bu durumun, içeriden bilgi sızdıran bir köstebekti o. Sabahın kör karanlığında yola çıkmıştık. O kadar vakit varken görüş açım mükemmel, gözlerim optik güce sahipken düşmanla karşılaşmamıştık da gece görüşüne ihtiyaç duyacağımız saatlerde varmıştık. Ah be çam yarması o kalıbına yakıştı mı şimdi? Belli ki beni bilerek tuzağın ortasına çekmeye çalışıyordu, "Ah!" buna nasıl uyanamamıştım bunca saat! Bir an ağzımdan;
“Ahmet amca benim yarın matematik sınavım var, bir koşu gideyim de ona çalışayım hadi sana selamet olsun” sözleri döküldü. 

Karneleri alalı bir ay olmuş olmasından, yaz tatili için köye gelmiş olmamızdan ve en önemlisi yarının cumartesi olmasının dışında bir sorun yoktu. Ahmet amcanın yüzünde tek bir kasın yeri bile değişmedi.

Adam ne şaşırdı ne kızdı ne gülüp dalga geçti, öylece baktı ve arkasını dönüp yürümeye devam etti. O gün çok pişmanlığını yaşadım düşünmeden, ustaca planlamadan konuştuğum için. Ama iş işten geçmişti bir kere ve düşmanla göz göze gelmek üzereydim artık güçlü durmam korkumu belli etmemem gerekiyordu. Benim gerginliğimin aksine Ahmet amcanın tüm sinir stresi gitmiş gibiydi, adam Nirvana’ya ulaştım dese inanırdım ne yalan söyleyeyim.

Bizim köyde Kasım amca vardır “Davul sesi duyunca gençleşirim kendime gelirim” der değişik bir adamdır sırf davul çaldırabilmek için altı kere evlendiğini söyler artık dedikleri doğru mu, eşleri bırakıp kaçıyor, diye ortalıkta dolaşan söylentilerin önünü kesmek için kendi mi uyduruyor artık günahı onun boynuna. İşte Kasım amca gibi, Ahmet amca da bu canavarların sesini duyunca bir değişti kendine geldi resmen; 
“Oyy yavrularım, ballilarım napaysunuz ozledunuz mu benu?”

Tövbe estağfurullah bu adama ne oldu da Karadeniz ağzı yüklendi birdenbire. Ahmet amca ufaktan kafayı yeme emareleri göstermeye başlıyorsun demedi deme. Öğle güneşi başına geçti desem akşam ezanına kaldı şurada kaç saat Allah aşkına korkutma beni;
“Ahmet amca” diye seslendim, ama sesim içime kaçmıştı duymadı bile beni ay beni. Bir daha denedim şansımı; “Ahmet amca?” dedim, durdu ballilarından gözünü ayırdı, aha şimdi gök gibi gürleyecek çok fena kızdı diye düşünürken;
“Buyur evladım” dedi.

O an yaşadığım şoku anlatamam. O öyle deyince bir yaşıma daha girdim ama doğum günü kutlaması yapmak o an mümkün olmadığı için önceki yaşımda kalmaya karar verdim; 
“Hiç korkmuyor musun onlardan Ahmet amca?” deyiverdim. 

İşte o an o koca çam yarması gonca gül gibi açıldı öyle güzel bir gülümseme belirdi ki yüzünde, nur indi sandım;
“Sen benim ballilarımdan korkay musun?” dedi;
"Ahmet amca sen Karadenizli misin? Hiç bilmiyordum annen mi baban mı oradan ikisi birden mi? Ne zaman göç ettiniz? Çocukluğunu orada mı geçirdin? Memleketin tam olarak neresi? Özlüyor musun memleketini?"
“Evladım ne saçmalıyorsun? Biz yedi göbektir Yukarıtepeliyiz. Karadeniz’e şu yaşıma kadar gittiğim olmamıştır;
“Eee peçi neden boyle konuşaysun Ahmet emice?” 
O an anladı ne demek istediğimi ve kahkaha attı, az önce güldüğünde zaten çok şaşırmıştım şimdi böyle kahkaha atınca ruhumu teslim ediyorum sandım;
“Bunlar benim ballilarım, yangında tüm arılarımızı kaybedince bunları Karadeniz’den getirtmiştim, memleket özlemi çekmesinler diye onların yöresinden konuştum, günlerce gecelerde yanlarından ayrılıp köyle dönmedim, yerlerine alışsınlar bizi sevsinler gurbete getirdik diye bize gönül koymasınlar istedim. Şimdi evladım gibi oldular onlar benim dilimden anlamaz belki ama ben onların dilinden anlarım. Vızıltıları değişecek olsa ne olduğunu hissederim.” 

Ağzım açık kalmıştı, Ahmet amca yine beni şaşırtmayı başarmıştı, ben o zorunluluktan bu canavarlarla;
"Ne kadar korksam da canavar" diyemem artık aramızda bir diyalog kuruldu sayılır ve Ahmet amcanın hatırı var. Arada ilgileniyor, gün aşırı kimse laf etmesin diye onlara bakmaya geliyor sanırdım. Adam meğerse evlat hasretiyle dağları tepeleri aşıp geliyormuş;
“Sen hiç hakiki bal yedin mi? Ama o gavur herifin size organik diye yutturduğu ballardan bahsetmiyorum. Sen benim balımdan yedin mi hiç?
“Verdin de yemedik mi Ahmet amca?" dedim, yine boş boğazlığım tutmuştu. 

İşte ben okkalı bir küfür geliyor diye düşünürken o peteklerden birini çıkardı, elinde eldiven yok be adam şimdi sokarlarsa görürsün gününü şova gerek var mı baş başayız şurada, diye düşünürken o, peteğin üstündeki arıları okşadı. 

Parmağında gezinenleri aldı dudaklarına götürdü öptü. Ben tüm bu sahneleri şoke olmuş gözlerle “Hayır hayır yapma dur!" diye diye izledim. Ama tek bir arı bile sokmadı Ahmet amcayı;
“Ahmet amca peki ben ellesem beni sokarlar mı?
Geçen yaz Hasan’ın gözünü sokmuştu da çocuk iki hafta Tepegöz gibi gezmişti hani.”
"Sen onlara sevgiyle bakarsan yalandan değil kalpten sevdiğini hissedersen tabii ki seni sokmazlar. İnsan sadece canı yandığında ya da yanacağında saldırır benim ballilarım da işte öyle yaparlar.”

O gün Ahmet amcanın tüm telkinlerine rağmen arılara yaklaşamadım, onların ilişkilerini kıskanarak izledim ama güvenli mesafeden çıkıp onlara doğru yaklaşamadım. Bir adım attım, alacaktım elime ama… Vızıltıları kulağımın içine doldu, üst üste arılar sesleri ile büyüdüler. Kanatları, kolları bacakları ve iğneleri… Yapamadım. 

Yapamadım ama sonraki günlerde babam zorlamadan Ahmet amcayla kendi isteğimle Dortmundcuların yanına gitmiştim. Her gün bu sefer onları elime alacağım diye kendime söz veriyordum sonra o vızıltıları duyunca aynı endişeler beni avucunun içine alıyordu. İşte az evvel aradan bunca sene geçmişken ve ben evi süpürürken bir köşede cansız yatan bir arıyı görünce çocukluk ve o yaz tatili sökün etti üstüme. Ahmet amca çoktan ölmüştü, çocukluk, çocukluğum bir masal kitabının içinde duruyordu.

Köşede parkenin üstünde duran arının çok hafif bir kıpırtısı vardı bir parça kâğıt yardımıyla onu yerden aldım getirdim masama bıraktım. Kim bilir belki Ahmet amcanın arılarının torunu olan bir arıydı o kadar zayıf bir kıpırtısı vardı ki zaman zaman öldüğünü düşünüyordum.

Sandalyeye oturdum, eğildim, kağıt üzerinde duran küçücük hayvana baktım. Ahmet amcanın eli üstünde gezinen capcanlı arılar geldi aklıma. Benim korkularım, renklerinden sebep arıları bir Alman takımına benzettiğim o sıcak yaz…

Babamın; "Git hava al" diye zorlamasıyla Ahmet amcaya eşlik ettiğim zamanlar, içimden söylene söylene çıktığım o tepeler. Göğsüm arı vızıltıları ve anılarla doldu. Daha fazla durmadım. Montumu giydim, asansörü çağırdım. Üzerinde arı bulunan kağıdı sevgilimin eli gibi tuttum. Apatmandan çıktım. Bahçedeki ağacın altına gelince arıyı yavaşça gövdeye yakın, ayak altı olmayan bir yere üzerine bıraktım. Uçsun, uzaklara uçsun kendine bir Ahmet amca bulsun istedim. Ve bir de arılardan korkan bir çocuk.

Truva Edebiyat Dergisi Truva Edebiyat Dergisi