KERPETEN
Sıfırı tüketmiş gibi hissediyorum. Sokaklarda maksatsız bir arayış… Sahi, evden ne için çıkmıştım? Kerpeten almaya çıkmıştım… Geçen gecenin ardından bu elzem oldu. Tamam işte, tam karşıda…Tabelası paslı, hatta yazıları bile zar zor okunuyor.
Kapıda bir zil asılı, tıpkı filmlerdeki gibi. İçerisi puslu, toz kaplı bir hava ve çok az bir ışık var. İlk önce kimse yok sanıyorum. Sonra kasanın arkasında bir kıpırtı duyuluyor:
- Buyrun! Ne istemiştiniz?
Kalın ve hırıltılı bir ses…
Adamı görmek için gözlerimi iyice ayırıyorum. Ortadan da kısa sayılabilecek bir adam görüyorum. Kirli bir sakalı, gür bir bıyığı var. Üstünde mavi ve kirli bir tulum.
- Bana iki tane kerpeten lazım. Biri yeni, diğeri eski olacak.
Nalbur söylediğimi anlamaya çalışıyor, ama anlayamamış olsa gerek, cevap verip vermemekte tereddüt ediyor. Ben tekrar söze girip adamın şaşkınlığını gideriyorum.
- Eski olanla evin duvarındaki tüm çivileri; yeni olanla ruhumdaki çivileri sökeceğim.
- Yahya, oğlum buraya gel!
- Gelmeme değecek biri mi geldi nihayet ?
- Belki… Gel ki anlayalım beraber, benim gücüm yetmez tek başıma anlamaya. Ama iki kerpeten istiyormuş... Üç tane isteseydi kesinlikle evet derdim, ama yine de sebepleri “O olabilir.” dedirtecek cinsten…
- Üçüncüsü bende var, kırık bir kerpeten ama yıllardır iş görüyor. Yıldızları kolayca söküyorum onunla.
- Dün gece bir gürültü duyduk ya baba, o an gökyüzünden kutlu ölüler kadar yıldız eksilmişti ya, kesin bu o… Hemen geliyorum baba.
Birkaç adım duyuldu, baba heyecandan ağladı, yırtık perdenin arkasında bir kadın eşlik etti bu ağıtsal ve heyecanlı ağlayışa; Selahattin Caddesi ıpıslak oldu artı bin derecede. Lambanın ışığı gitti geldi birkaç kere; tuhaf bir cızıltıyla. Pus dağılır gibi oldu, tozlar havadan yere inmeye başladı, bir küçük kız tabloda hareket etti. Kalpleri olmayan milyarlarca beden vardı tabloda bir de... Tablodaki kız, yanağında bir parmak kırmızı ve yandan örüklü saçlarıyla bakıp bakıp gülüyordu bedenlere.
Onlara; “Ruhlarının çivilerini sökemediği için değil, ruhlarındaki çivileri göremediği için gülüyor Rim.” dedi Yahya.
“Kızın adı Rim’miş demek.” dedim içimden. Yahya çocuk gibi görünmüyordu, tam aksine bir dev gibiydi. Babasının iki üç katı kadardı sanki. Gölgesi daha bir devasaydı. Yüzü apaydındı, mağrurluktu o aydınlığa sebep... Filozof gibi bakan gözleri, irdeliyordu zamanı... Şehadet parmağı çok kalındı diğer parmaklarına göre. Gömleği, ceketi ve pantolonu daha önce görmediğim parlak bir kumaştandı. Saçları simlenmiş olmalıydı görünmez bir el tarafından. Yüzünün çukurluğunda bir gül bitmişti gamze niyetine.
- Rim gitti, ben de gideceğim, Sonra Rim’in dedesi ve nicesi… Bu zincir böylece uzayıp gidecek.
“Buradakiler dışında ruhunun çivilerini görüp sökebilmeye ve ruhunu ayetlerle sabit kılmaya çalışan bir insan var mıdır?” diye soruyordum kendi kendime hayli zamandır.
Aslında çok umudum yoktu. Çivileri gören çok kişi vardı biliyordum; ama o çivileri sökmeye niyetli kimse yoktur diye tahmin ediyordum.
- Çiviler apaçık duruyordu vicdanımın arkasında. İlk kez kendini dışa vurdu, arkasına saklandığı vicdan yırttı kendini, kutlu bir ölümün müjdesini almış gibi. Dünya pasaklı ve kaygan bir labirent… Albenisi, vicdan arkasındaki çivilerden ötürü. Ben duygusu ışıldıyor… O vicdanın arkasındaki yalancı ve sahte bir ışıltı… Yoksa çivilerin hepsi çürümüş ve paslı.. Dünyanın kalanı paslı, puslu ve karanlık. Bir tek Selahaddin Caddesi aydınlık. Dünyanın kalanında ürkünç bir uğultu. Bir tek Selahaddin Caddesi’de ezan sesi huzurdan bir seda ekiyor gönüllere.
Tablodaki bir başka ayrıntı gözüme çarpıyor ışık çoğaldıkça. Rim’in elini tuttuğu binlerce çocuk var sağında. Binlerce eli var Rim’in. Hepsinin yüzünde bir parmak kırmızı…
Yahya:
- Yeni kerpetenin tam tezgahın üstünde.
Baba:
- Ödeyebilecek cesaretin ve zenginliğin var mı?
Rim:
- Çocukları ve beni de ikna etmen lazım.
Çocuklar (koro halinde, bir ilahi ezgisiyle):
- İkna etmen lazım!
Tezgaha yürüdüm, kerpeten filan yoktu, bir kitap vardı sadece, içinden milyonlarca güneşten daha parlak bir ışık yükseliyordu. Gözlerim kamaşmaktan öte bir körlük halindeydi. Besmele çektim, la havle... Ekledim besmeleye...
Sonra kutlu bir yazı göründü :
“O muttakiler ki canlarıyla ve mallarıyla Allah yolunda infak ederler.”
Anladım ki kerpeten bir ayetti. Cesaret ve zenginliğin kaynağı bu ayetti.
Yahya bir çubuk verdi elime. Çıktım Selahattin Caddesi’ne. Üzerime yönelmiş binlerce namluya, gökte gezen silahla kuşatılmış heronlara, bulutları patlatan bombalara doğru savurdum o çubuğu. Canın tatlılığı, yerini ölümün tatlılığına bıraktı. Böylesi tatlı bir şeye ilk kez şahit oluyordum. Bir gürültü, sanırım bomba beni savurdu tekrar o dükkana. İçerisi bomboştu, ne Yahya, ne babası, ne duvardaki tablo, ne de tezgah... Hiçbiri yerinde değildi. Hepsi gerçekte olması gereken yerdeydi. Onlar çoktan sökmüşlerdi ruhlarındaki çivileri; bedelini ödemiş, canlarıyla satın almışlardı cenneti.
Ben sadece hayalini kurabiliyorum aslında, Aksa’nın gölgesindeki Selahaddin Caddesi’nin. Yahya haklıydı, o çivileri sökmeye gayret edecek ben dahil kimse yoktu Gazze dışında… Verin bana yalvarırım kerpetenlerimi!
***
TRUVA YAYIN GRUBU YOUTUBE KANALIMIZA ABONE OLMAYI UNUTMAYIN...
Logoya tıklayıp Youtube kanalımızı ziyaret edebilir, abone olabilirsiniz