HER ŞEYİN ORTASINDA, HİÇBİR ŞEYİN KENARINDA
Telaşlarını sırtlanmış, kör, sağır koşturmalarla bir yer kapmaca yarışıdır koptu gitti her zamanki gibi kısıtlı zamanların sınırsız sabırsızlıklarında… Gene bir koşturmaca, tıkış tıkış bir telaş… Telaşlarını yüklenenler ama oturacak yer bulamayacağını anlayınca kapıda öylece takılıp kalanlar… Sanki kendilerinden başka metrobüse binecek yokmuş gibi öylece orada dikilenler gene oradalar ve farklı simaların ardında aynı davranış biçimlerini giyinmişler…
Evet, bir metrobüs yolculuğu daha bitip tükenmek bilmeyen, şehri iç içe, kıvrım kıvrım ele geçirmiş binaların arasından geçerek başlamıştı Avcılar durağından Söğütlüçeşme’ye doğru...
Şimdi insanlar birbirine ne kadar yakın… Mesafe yakın ama gerçekten bir yakınlık var mı emin olamadın, değil mi?
Az ötede ayakta duran bir yaşlı teyze var; belli ki yer kapmaca yarışında açıkta kalmış garibim… Ne yapmalı acaba? Diğerleri gibi cama bakmalı… Yok, yok, sen uyur gibi yap en iyisi…
Olmuyor… Cama da baksan, uyur gibi de yapsan oturduğun koltuk çoktan cazibesini kaybetti. İyisi mi kalk yer ver artık… Aldırma sana boş boş bakanlara… Bir teşekkür gelecek şimdi…
Yok, o da gelmedi… Geçti oturdu yaşlı teyze tepkisiz… Olsun… Zaten doğrusu yer vermen değil miydi? O zaman ne diye ille de bir şeyler duymak istiyorsun ki?
Neyse, etrafa bak biraz… Kalabalık nasıl da taşmış her yöne… Böylesi bir kalabalığı barınması içinancak dikey istiflersen sığdırabilirsin bu şehre… Tek çözüm olabildiğince çok apartman inşa etmek… Yeni yatırımlar şart, daha çok yatırım, daha çok insan barındıracak hem.
Sıralı duran o geometrik şekillerin içine neler sığdırılmış olabilir acaba? Belki de her yeni durakta yeni hikâyeler bekliyor… Kim bilir?
Boş ver şimdi geometrik şekilleri, hikâyeleri falan… Nerede kalmıştık? Eee… Apartmanlar da para kazandırıyor hani... Üstelik son günlerde de daha iyi para kazandırıyor. Geçen yıldan beri üç kat arttı fiyatlar. Daha da devam edecek diyorlar… O zaman daha çok apartman dairesi olmalı… Daha iyi bir yerde oturmalısın, daha lüks bir apartman dairesinde… Belki de birkaç yerde daha olmalı evin… Kulağa hoş geliyor…Geçip gittiğin yolda şu dairelere bakınca hesap makineleri patlayacak zenginlik hesabı yapmaktan.
Aaa… Haliç’in üzerinde geçmekte şu an metrobüs… İşte manzara burada bambaşka bir boyuta evirildi… İçin açıldı değil mi? Ama çabucak geçtik bu duraktan bir parça İstanbul’u bırakarak ardımızda...
Duraklar hızla değişiyor. Okmeydanı, Mecidiyeköy… Derken köprüden geçiyorsun. Şu manzaranıntadını çıkar. Boğaz manzarası iki yakanın buluşma, belki de ayrılma noktası… Filmlere, şiirlere, hikâyelere ilham vermiş; o benzersiz duruşuyla, o masmavi zarafetiyle, muhteşemliğiyle gelip geçenleri selamlıyor… Anımsattıklarıyla tam karşında…Unutturduklarıyla, rüya aleminde gezmelere tanıklık ediyor… Gemiler suya serpiştirilmiş yapraklar misali rotaları ile meşguller şu an...
İşte İstanbul…
Az önceki oraya buraya tıkıştırılmış beton parçalarına inat iliklerine kadar güzellikleri hissettiriyor, değil mi? Karmakarışıksın anlaşılan; beton mu dedin sanki?Az önce binaların para hesabını yaparken iyiydi… Onlardan daha çoğuna sahip olma hayalleri kurarken iyiydi… Şimdi ne oldu? Bir şeyleri mi hatırlatıyor bu manzara? Yanlış giden bir şeyler mi var fark edemediğin?
Boş versene… Medeniyet bu yahu… Başka ne olacaktı ki? Mağaralarda mı yaşayacağız binlerce yıl sonra? Yok, daha neler?
Evet, işte geldin sonunda Söğütlüçeşme’ye… Kadıköy seni bekliyor az aşağıda… Özlemişsin değil mi? Şu insan seline bak, hep olduğu gibi zamanla yarışırcasına akıyor gene… Hepsi çok havalı… Hepsi çok yakınında… Her biri de çok ama çok da uzağında tıpkı metrobüsteki gibi...
Adım başı “selfie” çekenlerin sayısı daha mı çoğalmış ne? Ne güzel bir kalabalık bu… Coşku sokaklara taşmış sanki… Herkes mutlu görünüyor… Aralarda kayıp giden farklı frekanslar sezinliyorsun sanki… Amaaan… Neyse, bırak bunları… Hadi gel, şu yol amma yordu seni… Geç otur şuradaki kafeye…
İçeride de herkes mutlu mu ne? Yok, daha dikkatli bak. Bir de çalan müziği dinle: “Her şeyi senin için seçtim. Sen buraya aitsin, tam istediğim gibi saçların var… Buraya aitsin, bu zamana… Bu atmosferde soluk alabilirsin ancak… Saçlarınla, sakalınla, giyiminle… Havalı görün dostum! İstediklerimi yaptığın sürece sen mutlusun…”
Başka?
“Başka ne? Sana buyurduğum gibisin işte! Çalan müziğin melodisi senin hem havalı hem de bu yığınlara ait olduğunu tınlayıp duruyor. Aynı ortamda, aynılaşmış ama marjinal kalmış olman gerek. Sakın habaşkalarıyla da iletişim kurayım deme! Buna ihtiyacın mı var ki? Ben gerekeni verdim sana, bunu sok kafana artık! Daha fazla da düşünme, zorlama… Sen havalısın arkadaşım, bundan emin ol artık… Gerisini boş ver…”
O da ne? Bu ses de ne? Müzikten bahsetmiyorum. Korkunç bir gürültü koptu az önce… Şimdi de her yer sarsılıyor! Hâlâ da devam ediyor üstelik… Ne kadar da şiddetli! Neler oluyor? Duvarlar üstüne üstüne geliyor! Nasıl da deli bir koşturmaca başladı… Feryat figan bir can pazarı… Çığlıklar, bayılanlar, kapılara koşanlar, pencerelerden atlamak için birbirlerini ezenler…
Hemencecik şurada bir yaşam üçgeni bulmak lazım… Hah, şu dolabın yanı olur sanırım… Çabucak cenin pozisyon al ve bekle… Evet, aynen öyle yere uzan ve yan dön; dizlerini de karnına doğru çek ve başını ellerinin arasına al… Bekle… Yapacak bir şey yok… Sadece bekle…
Eyvah! Hâlâ devam ediyor! Bitmiyor! Hava birden değişmiş, müthiş bir fırtına kopmuş; sürüklenen sürüklenene adeta…
Şimdi yeniden düşün bakalım! Ne olduğunu 17 Ağustos 1999’da da hatırlatmadılar mı sana? Yirmi yıldan fazla geçti üzerinden tabi… Sınırlı zamanlara sınırsız sabırsızlıklar üreten sistem bir yandan da dar zamanlara sınırsız sabır mı sığdırdı acaba bir şeyleri evirip çevirirken? İnsanlar birbirine tahammül gösteremezken deprem için mi sabır doğurdular? Hiç gelemeyecek mi sandılar? Yahut geniş zaman öznesi olmayan bir cümleye mi dönüştü? Ne çabuk unutuldu her şey? Sonsuz bir şimdinin içinde devinmeyi anı yakalamakla karıştırdın, sanırım. Gelecek olan şu anın içine hapsoldu bile…
Sen ne yaptın onca zamandır? Yıllardır kulak verseydin ya bu sese! Biraz da doğayı dinleseydin ya… O kadar sesin içinde cılız mı kaldı doğanın sesi? Önceliklerini iyi belirle o zaman! Duyman gerekenleri böylesine yüksek bir sesle hatırlatma olmadan önce biraz arınsaydın ya! Belki bir şeyleri duyabilmek için vicdanında yer olacaktı…
Yeniden düşün; geometrik şekillerin içinde sana verilmiş modern hapishanelere avuç dolusu paralar harcamışsın… Mutluluğun adına para saçarken mutsuzluğunu inşa ettiğini bilmeden hem de… O geometrik şekiller içlerine aceleyle süpürülmüş hikâyeler mi saklıyor, yoksa varlığından kimsenin haberi bile olmayan milyonlarca sorunları mı barındırıyor? Ait olduğun yer orası mıydı? Orada barınıyor muydun, yoksa yaşıyor muydun? Aradaki farkı düşündün mü hiç?
Yeniden düşün! Hadi diyelim seslerin içinde kayboldun… İç sesine ne oldu senin? Şimdi seni yeniden mi tasarlayacak doğa? Az önce içinden geçerek geldiğin binalar sana para hesabı yaptırırken bu kadar çok paralar harcayıp böylesi bir çirkinliği yaratabilmenin nasıl bir yeteneksizlik işi olduğunu sorgulayamadın mı? Biraz süslü olanlar da vardı ya aralarda… Ya da yapan öyle olduğuna inanmak istemiş… Sen de ona inandın… O geometrik şekillerin içine saklanmak istenen bir şeylerin aslında dışarıya taşmış mutsuzluklar olduğunu anlayamadın mı? O mutsuzluklar teknoloji makyajıyla mı kapatılabilirdi ancak?
Hem hiç fark ettin mi? Gökyüzünü gördün, insanları gördün… İnsanlığı görebildin mi?
Yeni duraklara geldikçe bina kalabalıklarının arasındaki o ıssız kalabalıklar gözüne ne kadar da çekici görünmüştü oysa…
Sarsıntı devam ediyor hâlâ… Ama sanki en çok da içinde sanırım bu sarsıntı… Yoksa dışarıdaki bitti de içerideki sarsıntı mı devam ediyor? Hangisi? Yeniden düşün!
Bakmayı bile unuttuğumuz gökyüzü var ya, acaba o mu bize bakmaz oldu artık? Hem gökyüzü sahiden hep orada mı? Yoksa birileri oraya başka bir gökyüzü yamadı da gerçek olanı göremez olduk?
Ya ağaçlar? Ağaçları, biraz yeşilliği para kazandıramadıkları için mi hor görmüşüz? Eh, dostlar alışverişte görsün hesabı arada bir yerlere az da olsa serpiştirmişlerdi ya… Yeter sandın, değil mi? Yahu hangi durakta unutturdular bize nereden geldiğimizi? Hangi durakta bıraktık insanlığımızı?
Sahi akıllı varlıklardık bizler, değil mi? Yani kendimizi öyle tanımlıyoruz ya… Hiç sorduk mu yalnızca bizim sandığımız doğada yaşayan diğer canlılara?
“Kime soracağız yahu? Yerlerini yurtlarını işgal ettiğimiz arılara, böceklere, kuşlara mı? Sincaplara, yılanlara mı? Sokaklarda yarı aç yarı tok gezen kedilere, köpeklere mi? Yoksa hiç önemsemediğimiz şu ağaçlara mı? Hadi canım sende… Soracak kim vardı ki bizden başka? Neyin sesini dinleyeceğiz kendi gürültümüzden başka?”
Gezip dolaşanları, nefes alanları gördün… Ya yaşayanları gördün mü?Seslerini duydun mu?
“Evet, evet… Duydum. O kadar çok ses vardı ki… Yani duydum sanırım…”
Yarattığın trafik kâbusunun gürültüsünden ancak o zırıltıyı duyarsın… Bir de hiç kimseyi umursamayıp, yolları yalnız kendisinin zannedip kaosausanmadan katkı sunanlara bakar durursun öylece… Daha birkaç saat öncesine kadar yaya geçitlerine saldıran yamyam arabaları hatırladın mı? Öylesine kabullenip, “boş ver alıştık artık” deyip geçmiştin hani…
Sana dayatılan normlar iletişimden uzak olman gerektiğini söyledi durdu. Havalı olmak falan… O havaya ne oldu şimdi? Karbon monoksit gazı gibi zehirlemiş seni sadece…
Yahu iç sesine ne oldu senin? Doğa ise hep konuşup durmuyor muydu? Hiç kulak verip işitmeyi denedin mi? Duyduğun gürültü mü, yoksa kulak verilmesi gereken bir ses mi?
Şimdi anladın mı? Susmayı öğretmişler sana! Duymamayı, dinlememeyi, boş vermeyi, vurdumduymazlığı, sorgulamamayı öğretmişler!
Daha iyi bir yerde yaşamayı, daha çok kazanmayı, daha çok tüketmeyi öğütleyen ses sana hiç daha iyi bir insan olmayı neden söylemedi?
Daha çok tüketmeyi zihinlere kodlayan bu programda asıl tükettiğinin kendin olduğunu anlamadın mı?
Yeniden düşün; her şeyin ortasında iken hiçbir şeyin kenarında olmak nasıl bir duygu şimdi? Varlığın içindeyken, birden yokluğun kalbinde olduğunu fark etmek ne kadar acı…
Zenginlik hesabı yapan hesap makinelerine ne oldu şimdi? Ne oldu o dairelere?
Şimdi betonların arasında kaybolup gideceksin.
Hayır, hayır… Çoktan kaybolmuştun zaten.