Bir Anadolu Masalı / Orhan Sarı

Yazan: Orhan Sarı / BİR ANADOLU MASALI
Advert

ÖYKÜ - 09-05-2024 22:58

BİR ANADOLU MASALI

Kuzey rüzgârları bütün hırçınlığı ile bitmeyecek gibi görünen ısrarla, arastanın arnavut taşı kaplı sokaklarında uğuldayarak gezinirdi. Sert poyraz salt yüzünüzü yakmakla yetinmez, korunaklı değilseniz boynunuzun derinliklerine inerek varlığını, bütün vücûdunuza yayardı. Samyelinin yalımı gibidir, zemheri soğuğu..

Teninize de aynı tesiri yaşatır… Arada bir ısıtmayan nafile kış güneşi, kifayetsiz varlığını gösterse de esnaf bu bildik çağrıya karşılık vermez, iş yerlerinde dışarı çıkmazdı. Kirli camlardan dükkânların derinliklerine eprimiş bir zaman yayılır, esnaf, rüzgâr ve zaman, donmuş bir hayatı birlikte demlerlerdi… Umur görmüş, nice hüzünlere tanıklık etmiş koca çınarın teşrin rüzgârlarına bile direnmiş son bakır rengi yaprakları, dallarına çoktan veda etti. Yığınlar halinde rüzgârın kısmen hükümsüzleştiği kuytuluklara yerleştiler.

Üzerlerine dinmek bilmeyen kış yağmurlarının düşmesini, sabırsızlıkla bekliyorlar.
Her şey bir minval üzre akıp gidiyordu… Küçük kasabaların akmaz zamanları vardır. Hayatın ritmi düşüktür. Duvarda asılı, sarkacı durmuş unutulmuş saatle, durgun zamana tanıklık ederdi. Ta ki Anadolu Yüzlülerin silüeti görünene kadar.

Sanki ısınan top yuvalarından, yorulan çelik namlulardan, tarakasında mermileri tükenmiş mitralyözden fırsat bulmuş Harab-ül Basra’nın ya da Stalingrad yıkıntılarından ürkek, çekingen halleriyle üstü başı sonbahar olmuş halde kül yangınından çıkmış gibilerdi. Bedbaht, yorulmuş dinginlikte, tundra yüzlü suretlerdi.

Yaşanan her dramın bir şekilde toprakta izi, o izlerin de yüzlerde bir şekilde emaresi kalır, genlere karışır. Yaşanan her trajedi, insan yüzünün topoğrafyasını oluşturur. Kuşaktan kuşağa akar. Dedem, babam, ağbim… 93 Harbinden dönemedi, Çanakkale’de seferberlikte kaldı, Çiğiltepe’de şehit oldu ifadeleri somut bir sözcük kümesinin insan beyninde oluşturduğu imgelemenin çok ötesinde derin bir sosyolojik kırılma, travmadır. İnsanın dudak uçlarına her daim kalıcı yerleşen her an ağlamaklı olma nitelikli bir yerleşimdir.

Göz çukurlarının derinliklerine yer edinmiş derin bir acı ve onun da ötesinde göz bebeklerinin gerisindeki zihinsel dünyamızda sürekli bir beyin yüküdür. Yetimlik, kalabalıklar içinde muazzam bir yalnızlıktır, paylaşılamaz; paylaşılsa yetimlik de yalnızlık da olmaz...

Savaşlar, açlıklar, salgınlar, deprem gibi büyük felaketlerden sonra bir sabah birdenbire bitip yeni ve güzelim hayata, akdeniz güneşi içtenliği ile “merhaba!’’ denmez. Yeni, eskinin bağrında, eskiye rağmen, eskiyi de beraberinde taşıyarak yenileşir… Yeni, eski ile birlikte tekamül eden bir süreçtir. Eski, yeniye “kendine aitlikleri’’ devrederek anıların koynunda aziz hatıralar olarak kendini, kendi küllerine gömer… Yer ocağı yakanlar bilir, külün içinde daim bir köz kendini tutuşturucu olarak saklar.

Toprak, uygarlıktır. Uygarlık, oluştuğu zamanının dışına anıtsal mimari ile taşar. Ancak bununla yetinmez. Yaşanmışlıkları yaşayanlara nakşeder. Bütün yitik uygarlıkla, konuk ettiği yeryüzü insanlarının yüzüne, bir şekilde yaşanmışlıkları kazır. Bazen yüzdeki kırışıklıklara bazen de göz yuvarlaklarının derinliklerine yerleşir. Görebilenler için yeryüzü şekillidir, insan suretleri…

Asuri kılıklıydılar. Yüzlerinde Babil’in umutsuz yaşlıların ölümlülük hüznü vardı. Akalara yenilmiş Truvalı utancındaydılar. Necef çöllerindeki Kerbela yaşanmışlıkların pişmanlığını taşıyor gibiydiler. Sina çöllerinde esir düşmüşlüğün, kısa ve telaşsız adımları vardı. Leylasızlığa şikayetsiz kabüllü, Mecnun modundaydılar… Mecnun’u herkes tanıdı da Leyla’yı hiç gören olmadı… Düzeni bozulmuş, dirliği kaybolmuş Fetret Devrinde dergâha sığınmış, şeyhlerinden varidat bekleyen azap askerlerinin ruh-i haliyeti içinde gibiydiler. Genç Osman’a yaptıklarının teessürü altında ezilmiş yeniçeri beden dilleri vardı.

Yağmurun çiselediği Serez Çarşısında darağacına çekilen Şeyh Bedreddin'in çaresizce izleyen müridleri gibiydiler. Ön görüsüz yönetildiklerini gizlemek için ihtiyaç kadar uzağa bakıyorlardı. Karşısındakinin gözlerine ve ufka hiç bakmıyorlardı. Kut’ül Amare’nin ihtişamının rağmına Medine’yi koruyamayan Fahrettin Paşa'nın hicap içindeki leşkerleriydi. Tahrip edilen Hicaz demiryollarından Şam’a çekilmeye çalışan emir komutası bozulmuş, başıbozuk müfrezeler gibiydi. Balkan yenilgili omuzlarına oturmuş mahçup yüzleri vardı. Savunmasız bırakılan Selanik ihanetinin utancını taşımakta zorlanıyorlardı. Allahuekber Dağları’nda naçar kılınmış Enverî Paşa’nın askerleri gibiydiler.

Çanakkale’de yağlı buğday çorbası ve üzüm hoşaflı öğün sıklığına, şikayetten çok uzaktılar. Dünyevî değil uhrevîdirler… Günlük yaşama rabıtaları yoktu. O yüzden şehadeti, makul karşıladılar… Şehadete, pazarlıksız ve de şikayetsiz kabullüdürler… Polatlı’ya doğru çekilen son imparatorluk bakiyesi orduyu Haymana düzlüklerinden izleyen “gelecek kaygılı yüzleri’’ vardı. Acem yorgunu Horasan erenleri gibi ellerinde budaklı, el nasırı ile törpülenmiş tornadan geçmemiş asaları vardı.

Ekmek karneleri yoktu. Tuz, çay, şeker, ispirto, bez gibi erişimlere hayal etmekten uzaktılar. Zaten barınaksızdırlar… Her gün mutad bir tas çorbaya bayat arpa ekmeğini doğrayıp yerlerdi. Kontrolsüz bir güruh gibi gelmezlerdi.

Nümayişe çıkmış gibi değillerdi. Tevekküle sığınmışlardı. Kadere teslim olmuşlardı. Teker teker, usul usul, penguen adımlarla, derviş yürüyüşlü, telaşsız kendilerine ait olmadıklarından eğreti duran yamalı pardesüleri, içlerinde yakasız kirli mintanları, keçi kılından keçe gibi sıkıştırmalı Balıkesir el dokuması poturları ile yırtık ayakkabılarını sürüyerek Ahmet Zogo’nun aşevine doğru ellerinde sadaka kaselerini kirli, uzun sakallarına bastırarak tavaf huşusu içerisinde yürürlerdi. Her gün mutad bir tas çorba içip giderlerdi. Gidişleri de gelişleri gibi aynı vakurluktaydı.

Yassı bir yüz. Uzun bir çene. Salt ensede uzun saç. İkiye bükülmüş bir bel. Önünde her daim boyun bağlamasız yarım bir önlük. Arnavut asıllı Ahmet Zogo’yu çocuk aklımla bu kadar anımsayabiliyorum. Hızlı hareket eder. Sürekli çalışır. Hep telaşlıdır. İşe dönük olmayan hiç bir özelliğine gözlemim yok. Şirinler masalındaki Gargamel adlı kahramanına benziyordu ya da Victor Hugo’nun Notre Dame’ın Kamburu romanındaki Quasimodo’ya … Çirkinler de dokunmadan, ilişmeden, amentü hassasiyetiyle istiridye yumuşakçasının sarıp sarmaladığı inci özeninde, sevdiklerinin granit yapısında bir yer edinemeden de karşılıksız sevebilirler… Ama ben Esmeralda’yı ortalıkta hiç görmedim. Günü geldi. İsrafil sur’unu iki kez çaldı. Sesin desibeli ve çağrı kodları muhatabınca çözümlendi… Çağrıya icabet etmek gerek dedi ve Ahmet Zogo öldü…

Büyük İskender vasiyetindeki gibi tabutunu çağının şifacıları taşımadı. (Ki doktorların ölüme çare bulamadığı anlaşıldı) Serveti sokaklara saçılmadı. (Ki dünyada kazanılanın dünyada kaldığı anlaşıldı) Bir kolu tabuttan sallandırılarak anıt mezarına taşınmadı. (Ki öbür dünyaya bir şey götürmeden elinin boş gittiği görüldü) Hak vaki oldu. Normal, insani bir ölümdü. Vasat bir törenle gömüldü.

Zaman ölüme uydu, durdu; durgunlaşmış hayat da durdu. Ben bir daha arastanın mütedeyyin erenlerini, koygun yüzlü, aklı beliği tartışmalı, yeterince özbakımları yapılamamış savaş artığı bu masal kahramanlarını hiç görmedim. Geldikleri sırda kayboldular. Kırklar Meclisi’nin -sanki Miraca çıkacaklarmış gibi- aksakallı müritlerin kasabanın sokaklarında ilkin suretleri yitik oldu. Sonra da asalarının yere değen uçlarına takılı demir yüzüklerinin arnavut taşlı yer döşemelerini yoklarken ki sesleri uzaklaşa uzaklaşa rüzgâra karışıp kesildi.

Deniz, kendinden olmayanları eninde sonunda dalgalarıyla kıyıya bırakır, çekildiğinde de yine kendinden olmayanları karaya terk eder. Dalgaların eshab-ı mucibesi bu. O yüzden kuruyan göllerde, küçülen nehir yataklarında kalakalan tekneler, için için çürüyerek kendilerine armağan ömürlerini tüketirler. Bu bağlamda bakıldığında, ağaçlar ayakta, tekneler karada ölür. Savaşın da böyle bir doğası var. Gün gelir zamanın ruhu değişir.

Savaş bir şekilde biter. Bir oyalı mendilde saklı bir tutam yavuklu saçı, iki gök mavi boncukla bezenmiş boyna asılı deri üçgen muskası, bir gümüşî tabaka yanında fitilli muhtar çakmağı, kehribar tesbih, gümüş yüzük, dikili iç cepte küçük kese içerisinde bakır birkaç on para ve boynu bükük bir kazıma mühür, siyah bir perde önünde çekilmiş soluk bir siyah-beyaz resim, el yapım Tosya işi çakı… kahramanlarıyla toprağa gömüldü. Fordist bant tipi seri üretimde bu kadar az mülkiyetle, bugünkü ifade ile bu kadar küçük karbon ayak izi ile yaşanmış ve de tüketilmiş hayatlar… Rüzgar koygun hatıraları ilkin koyaklardan dağların doruklarına sonra da yıldızlara taşır. Artık lineer zamanda ışıyan epik bir türküdürler, ağızdan ağıza söylenen…

Tıpkı deniz gibi savaş da ait olduğu yaşayan insan kaynaklarını kendi coğrafyalarına bir şekilde bırakır. Daüssıla hasreti yüreğe düşmeye görsün, istenç ve özlem, gurbet ile sıla arasında sıkışıp kalsa da her daim sılaya daha yakındır… Artık kimi köyünün, kasabasının çolağı, topalıdır, yetimidir… Yarım kalmış ya da tam orta yerinden bölünmüş ama bir türlü bütünleşmeyecek yaşamlarından olan biteni, içinde yaşananları dilleri lâl suskunlukla, kuvvacı kalpakları ile izleyenidir. Ki onlar masalımızın kahramanlarıdır. Ömür, dediğimiz yol hikayelerinde, yalnız onlara dair destansı hikayeleri vardır.

Ben kimim? “Bilig yinçü sanı tüpinde yatur. İnsan gönlü sanı tüpinde yatur. İnsan gönlü, deniz gibidir. Bilgi, inci misali (o denizin) altındadır. Tenizdin çıkarmasa yinçü kişi, kerek yincü bolsun…’’ ( İnsanın gönlü deniz gibidir. Bilgi inci misali o denizin altındadır. Siz onu denizden çıkarmazsanız ha denizde çakıltaşı olmuş ha inci ne farkeder?) diyen Kutadgu Bilig’in yazarı Yusuf Has Hacib’in de aradığı denizin dibinde çakıltaşı gibi duran inciyi, denizden çıkaran hikayeciyim…

Günün Diğer Haberleri